28 Haziran 2013 Cuma

KALÛ BELÂ


cemil aydın


Emsali olmayan hikayelere sahip olamayacağını öğrettiğinde hayat,kalemini ait olduğu yere, sağ baş parmağı ile işaret parmağının arasına aldı. Görevi büyüktü ve büyük harfle başladı büyük olana büyüklüğünü göstermek için. Bezm-i elestte bağışlanan harflerle, orada kulağına fısıldanan hikayesini yazacaktı. Yapacağı tek şey hatırlamaktı. Hatırlamak için yazacaktı. Yazdıkça hatırlayacaktı. Dönüp geriye bakamayacağı bir hayattansa her okuyuşta farklı farklı kaderlerin olacağı bir hayat istiyordu. Her nefis sahibi gibi bu hayatı paylaşmak istiyordu. Hayat öyle bir azıktı ki paylaştıkça hatta çoğunu verip azını kendine bıraktıkça doyuruyordu. Düzenin tersine almayı değil, vermeyi öğütlüyordu.

Zor bir hikayeydi bu...

Yazdıkça uzak olana yakınlaştığımız, yakınken uzak kaldığımız bir hikayeydi.

Cazibesi zor olmasındaydı.

Zor bir hikayeydi bu...

Emanet nefeslerimizi kafesinde rahat durmayan kalbimizin iradesine verip hayata kelimeler bağışlayarak emaneti "Emin" olanın yolundan teslim etmeyi gerektiriyordu.

Öğrenmek için yazacaktı. Yazdıkça öğrenecekti. Mutlak olanı aramanın hevesindeyken sonucuna hayat verilecek tek eylemi bulamamanın eşiğindeyken düşünüyordu. Bulmak beraberinde sonuca ulaşmanın hazzını getirse de aramanın heyecanını ; sebepsiz,masum endişesini götürüyordu beraberinde. Tüketilen onca çabaya rağmen aramanın yoluna baş koyuyordu. Biliyordu ki çoğu zaman aramak bulmaktan yeğdir.

Zor bir hikayeydi bu...

Sırlı kelime neydi? Kulağımıza fısıldanan o hoş nağmeler neydi? O efsunlu anın cezbesinde duyunca bizi sarhoşa çeviren, kalplerimize aşkın özünün damıtıldığı o gün, kendimizden taştığımızda her insan gibi verdiğimiz söz neydi?

Aklımıza gelmeyişi bulmaktan kaçışımız mı? Bulmayı aramaya tercih ederek mutlak olana, güzel olana gitmek isteyişimiz bir bahaneden öteye geçmeyecek mi? Ve biz dünya denen bu hayatın sahteliğinde mi güzelleşeceğiz? Bunca çabamız cesaret fakiri bir yüreği sunmak mı sadece? Beklemek mi hikayemizin temâsı yoksa çabalamak mı?

Çabalamak...

Aczin ve coşkunun bir arada doruğa çıktığı o anda şiddetli bir baş dönmesi başladı. Kulakları uğuldadı. Kelimeler sardı her tarafını. Beklemenin aczinden vazgeçip çabalamaya karar verdiği an hatırladı ahdini:


Kalû... Belâ...

26 Haziran 2013 Çarşamba

ALNIMA İNEN SATIRLAR


adnan sayım

Bilindik bir mısranın peşinde koşarken
Yağmur tükürüyor yüzüme -arsızlığımdan utanmalıyım-
Sağırlar ordusunu komuta etmenin vehmiyle
Dilsizlerin derdini anlamalıyım

Sokaklardan ayrılmamalıyım, belki olur
Belki olur kurşunun biri seker de
Kavuşur muradımın acıyan yanına
Kendi ahenksizliğimde boğulurken
Ceberut geceleri beyaza boyamalıyım

Alnıma inen satırlar... Kesik bir kuş başından daha
Ürkütücü ne olabilir ki?

Her yürek yangınımdan bir şeyler kaçırdım
Evet, gizledim bunu yahut muhafaza ettim
Her adımımın baş harfinde, lakin kimseciklere
Sormadım şevkimin müsebbibini

Basit bir düzenek dahilinde konuşulmaya
Değer birkaç anıdan fevkalade ne olabilir ki?

Şimdi bir rüya kadar aldatan öfke yumrusundan
Artakalan, diz kapaklarımda mecalimin üstüne
Konuşlanmış sevgimsi bir bahardan ne beklenebilir?

Bu kadar soru sormanın haddini nerde sınırlasam
Mahcubiyetimin mevcudiyetini hiçe sayıyorum
Oysa uykularımda tattığım meyvelerin
Ilık suyla yıkanmadığını kim söyleyebilir?

Bir şey yaptığımı biliyorum
Yaptığım bir şeyin,ne anlama geldiğinden ziyade
Ne anlama gittiğini bilmek niyetim

Biliyorum doğru söylüyorsunuz, haklısınız
Ölmemeli insanlar,kar da yağmamalı, paçalar ıslansa da
Ama başka bir mevsimin sanı var dilimde
Adına garibim,mesnetsizim


(7edi İklim Kültür,Sanat,Medeniyet,Edebiyat Dergisi,Ağustos 2011, sayı 257)

25 Haziran 2013 Salı

NE DÜŞÜNÜYORSUN ?


sıdık bakır


* Şanslı bir soytarıyım matmazel../
   Bakmayın bana balo maskelerinden
   Avuç aralarımda kabuklarım kanar;
                                      gidenim var,
   Belli olmuyor mu lekelerimden../


* Şimdi anlıyorum annemi../
   Ayağında sallarken beni,
   'uyusun da büyüsün' derken
    Boğazının neden düğümlendiğini
    İçim çok acıyor Allah'ım
    Bu çocuk artık büyümemeli


* Dur!
   Bari sen yazma kızım...
   Her yerde kayıtlara geçiyor hüznüm../


* Büyük konuşma Lola../
   Aynı çeşmeden su içmişliğimiz var senle...
   Dudaktan öpmenin ayıp olduğu zamanlardı...
   Aklım çıkıyordu nasırımdan
   Durmadan kan'ıyordum../


* Yüreğimi kaybettim,
   Hükümsüzdür...


( Bu şiir ilk kez Kar'a Kalem dergisi Bahar-2011, 7.sayıda yayınlanmıştır.)  

24 Haziran 2013 Pazartesi

YALANSAMA RAKSI


göksel dinler


"Yalan bir usturadır.Değmesin zihnine çünkü bir inancı kanatır.
  Ve inanmak bayım; çocukluğuna sahip çıkmaktır."


daha duyulacak ne kadar yalansama kaldı?
dudaklarımdan kanlar içinde
ölü çocuklar doğuyor.

herhangi bir şeyi reddedebilmeliydik.
tahribata sebep demografik verileri,
bachatayı seven siyaseti,
nietzsche'yi migrene mahkum eden mahrem şeyleri...

çok kızgınım ortak akla
böylesi budalalık zor zanaat
vicdanınız kurdeşen dökmeden
durulayın cümlelerinizi!
yoksa içimden pes etmekle cilalanmış ölümler geçiyor.
birini alıp gideceğim.


(Yalansama Raksı,Kalem Edebiyat ve Sanat Dergisi,Mayıs-Haziran 2013,sayı 14,sf.59
 Bu şiir dergi editörünün izniyle Kırıntı'da yayınlanmaktadır.)

ANADOLU İMPARATORLUĞU


cemil aydın


Sökülmeden
Anne yumuşaklığında iyilik kazağımız
Isıtmalı tenimizi

Bir borç bilirim
Dokurum ilmek ilmek
Şefkatli bir Anadolu İmparatorluğu özlemini
Yüzünü göremediğim saklı kadınlarını
Çamurlarla oynayan kenar mahalle çocuklarını
Kızarmış alınlarını ovalayan işçi babalarını
Işıklı caddelerin arkasına saklanmış balkonlarda
Düşler kuran kenar dilberlerini
Kaygısız gezen ergenlerini
Kirlenmemiş bebeklerini
Boyarım en ulu şehrin mavisine
-ki mavi gibi taptaze her dem düşlerimiz-

Emek kokulu,aşk kokulu,hüzün kokulu kazağımızla
Isıtmalı bedenimizi
Anne yumuşaklığında iyilik kazağımız
Sökülmeden.

ANADOLU DESTANI


adnan sayım


Şarki
Esmer
Karakaş
Karagöz
Karagöz oyunundan bihaber olan
Etrafında
Şehirde
Birçok hacivatı oynayan
Çok duyduğu bir söz vardır.
Geber ulan!
Adımları yalpak,konuşması
Karmakarışık
Saflığı almaz yakışık
Kanı durmaz yerinde,akışık
Şarkidir o
Yanık türkülere alışık
Sevdalıdır o
Damla damla biriktirir başlık
Çalışmalıdır o
Başını döndürse de açlık
Beton: döşek; çimento çuvalı: yastık
Çalış gardaş çalış
Övünme
Güvenme
Çalış
Asgari ücret
Azami gayret
Kendi vatanında
Bizzat baba ocağında
Ananın namuslu kucağında
Damgalanmışsın
Aldırma
Bozkırlar senindir
Senindir dağlar
Türküler senindir
Varın yoğun
Orağın,çapan,keserin
Halt etmişler
Bayrak
Vatan
Bağımsızlık
Özgürlük
Anadolu
Bütün bunlar senin eserin
Dayanmalısın zulmüne üç beş güya
Vatanseverin
Unutma
Damgalansan da öz vatanında
Damgayı vuran sensin ilk
Her günün bereket ve emek kokan sabahında.


(Bu şiir ilk kez Kar'a Kalem dergisi Ocak-Şubat 2009, 3.sayıda yayınlanmıştır.)

22 Haziran 2013 Cumartesi

KİTAP-LIK DERGİSİ 110.SAYIDAN ŞİİR NOTLARI


GÜZELLERİM

İnce bir korku bağlıyor seni bana
Çek onu ve gevşet
Gevşesin ki ben onu çekeyim...Naim Araydi


ÖĞRETMEN

Sayfa yok,kitap yok,tebeşir yok
Eğer cam olsaydı pencerede
Yavrularımın hohlamasını isterdim
Neler olup bitti,yazsınlar diye parmaklarıyla...Robert Minhinnick


KANAT PAHASI

...Meleklik,
Zaman ve mekan sanatı...Murathan Mungan


AYRILIK KRONOMETRESİ

...Hiç heveslenmesin içimdeki kahpe deprem
Yıkılan hayatların enkazı altında
Senin adını toprağa bile lekelettirmem...

Öyle ağaçlar tanıdım ki uzaklarda yapayalnız
Onlar dökemezler de yaprakları kendileri çekip gider...Küçük İskender


ÖLÜM KARDEŞ

Oturuyor yanı başıma yola bakan balkonda
Dizi olsa dizime değecek,o kadar yakınımda...Nuri Demirci


YALAN

...En iyisi konuşmak bana kalırsa konuşana vakit var
İçime öyle bir yılan atılmış ki yılanım yalanım kadar...Hüseyin Alemdar


ŞAİRİN SAKALI

...Suyunu aşkla çevrele sevgili eren
Bir yıkım olacak bizi bize anımsatan...Azad Ziya Eren



kitap-lık dergisi,sayı 110,kasım 2007.


18 Haziran 2013 Salı

CAMİ DUVARINA İŞERKEN TÖVBE ÜSTÜNE TÖVBE EDEN GÜNÜMÜZ MUHAFAZAKÂR(!) TÜRK ŞİİRİ ÜZERİNE

adnan sayım


Geçenlerde Hakan Arslanbezer’in 2010 yılı bünyesindeki yayınlardan derlediği şiirlerden oluşan Türk Şiiri 2010 adlı kitabını okudum. Gerçekten titiz bir çalışma doğrusu. Hakkını vermek lazım. Dipte köşede bir şair bırakmamış Hakan Bey. Bu yönüyle eser takdire şayan. 2010 yılında çıkan hemen hemen bütün dergileri, kitapları taramış Hakan Bey ve çeşitli adlandırmalarla günümüz şairlerini sınıflandırmış. Edebiyat camiası adına her daim elzem bir ihtiyaçtır şimdiki zamanın nabzını tutmak. O da az çok bunu başarabilmiş. Bu seçkiye aldığı şairlerin poetik haritasını çıkarırken ayrıca her şairden 2010 yılı içerisinde yayınlanan en göze batan şiirlerini toplamış. Mesele buraya kadar bilgi verici ve güzel. Ama bu eserin benim üzerimdeki etkisi şaşırtıcı derecede yüksek oldu. Her şeyden önce bir şiir okuru olmam, yaşadığım dönem adına birtakım estetik ölçütlerimin olmasını, hele hele şiir hakkında keskin bir bakış açısına sahip olmamı gerektiriyor. Bu anlamda yazının en sonunda örneklerini bulabileceğiniz  şair! ve şiirlerin! bir muhasebesini yapmayı şiirimiz adına mutlak ve mutlak kaçınılmaz olarak görüyorum.

Şiir okuma serüvenimin başlangıç döneminde bir Orhan Veli bağımlılığı nüksetmişti bende. Gece gündüz onun şiirlerini okur ve kendisini örnek alırdım. Onun sözcükleriyle, dizeleriyle hayatı anlamlandırmaya çalışırdım. Belki de şiir yazmaya yeltenmem onun yüzündendir kim bilir. Son derece basit ve hep çocukça bir muzırlıkla yazılan bu şiirler bana şiir yazmanın şair olmanın hiç de zor olmadığını söylüyordu sanki. Orhan Veli’nin kendinden öncekilerin aksine ilk defa sokağa inmiş olması, bir nasırdan bahsetmesi çok ilgimi çekiyordu. Daha doğrusu kendime veya etrafımda yaşayan hepsi benim gibi dar bir dünyada yaşayan ortalama vatandaşlara yakın buluyordum onun şiirlerini. Orhan Veli’nin ironik ve keskin bir mizahı olması da bu ilgimi daha da samimileştiriyordu. Evet, şiir okuma ve yazmaya yeltenme serüvenim böyle başlamıştı. Daha sonra gençlik kanı damarlarımda daha hızlı ve daha basınçlı akmaya başlayınca daha sivrildim, hayata karşı daha çok öfke duymaya başladım. Bu sefer şiirde kavgacı, öfkeci, hırçın dizeler bulmaya çalıştım. Ahmed Arif çıktı karşıma bu yıllarda. Onun o yıkıcı, zulme boyun eğmeyen, baskılara karşı başını dik tutabilen mısraları sebepsiz gençlik öfkelerimi bir nebze olsun yatıştırabiliyordu. Ve hala şiir yazıyordum. İlk yazdığım şiirlerin Orhan Veli ile başlangıcı, daha sonra Ahmed Arif’le tanışması, yazdıklarımın birbirinden uzak ama ideolojik temelde aynı düzlemde duran bu iki şairle harmanlanması epey marjinal bir şiir anlayışımın oluşmasına neden olmuştu. Tabi aradan birkaç yıl daha geçince hem şiir okumalarım, hem de şiir üzerine kuramsal araştırmalarım yoğunlaştıkça hem yabancı şiirler (özellikle Fransız) hem de Türk şiirleri üzerine bilgi ve birikimim arttı. Bunun sonucunda da şiir adına kendimi kendime karşı bir şiir esteti olarak ilan ettim. Bu düşünce de beni bir zamanlar edebiyatımızda bir hayli eleştirilen “Sanat, sanat içindir.” anlayışında karar kılma yönünde cesaretlendirdi. Kuşkusuz bu anlayış beni (1980 sonrası apolitize edilmiş bir kuşağın bir bireyi olarak) toplumsal dönüşüm ve evrilmelerden uzak tuttu. Hal böyle olunca da şiire bakış açım, onun beni her türlü ideolojik bağlamdan sıyrılıp sadece bir sanat ürünü olması gerektiği yönünde bir düşünceye sevk etti. Yani benim için artık şiir denince aklıma bütün pisliklerden ( siyaset, magazin, savaş, arabesk, ülkü, hedef, vizyon, ekonomi vs…) arındırılmış bir öz geliyordu.

İşte şuan bu öze ilişkin ilk intibalarımla şimdiki intibalarım arasında çok büyük bir fark olduğunu söylemeliyim. Lafı bu kadar uzatmamın sebebi her şeyden önce iyi bir şiir okuru  (iyi şiirler okuma hakkımın üzerinde ipoteksiz bir düşünce olduğunu ispatlamış biri) olarak yukarıya aldığım şair! ve şiirler! hakkında düşüncelerimi bu doğrultuda belirtmek istiyorum.

Günümüzde genel geçer şiir akımlarına bakarsak bunlar içerisinde kendini sağ tebaadan duyuran bir cenahın çok güçlü bir lobiye sahip olduğunu ve bunların şiir vitrini açısından en ön sırada en şatafatlı giysilerle kendilerini sergilediklerini söylemek lazım. Bunlara önderlik eden son dönemin en güçlü, en otorite şairler İsmet Özel veya Sezai Karakoç olduğunu söyleyemem. Ama bahsetmekte olduğum şairlerin bu büyük şairlerin yaptıklarını yapamamak ve bu hırstan dolayı farklı bir yola sahip siyasi referanslı bir yola sapıp abuk bir şiirsel atmosfer yarattıklarını söyleyebilirim. Bunların başını çeken Şimdilerde İtibar dergisini çıkaran İbrahim Tenekeci ve son dönemde sağ otoritelerin büyük umut besledikleri fakat bu umudu piyasa koşullarına kurban edip, hedonist aforizmalarla edebi perspektifini oluşturan Murat Menteş(Ki şairliği! de var) çekiyor kuşkusuz. Ama bu iki ismin, kendilerini örnek alan şairler üzerindeki etkisi o kadar belirgin değil. Bu üstadlar! yazdıkları bir şeyde ayrıksı bir noktayı belirtirken, kendilerini takip eden diğer şaircikler! hemen o noktanın en ucuna gidip oradan el sallamaya çalışıyorlar bize.

Şiirimizde böylesine absürd bir akımın peydahlanması beni çok şaşırtıyor doğrusu. Hele hele bu güruhun yazmış oldukları şiirlerdeki siyasi paradokslar ve içten içe şer’i hükümleri şeffaflaştırıp postmodern bir hezeyanla imgeleştirmeleri bu şaşkınlığımı daha da pekiştiriyor. Yazdıkları şiirlerde öne sürdükleri ironik olmaya dayalı tavır (Ki becerseler gam yemem) Türk şiiri adına tam bir rezalettir bana kalırsa. Dini sembolleri kendi kıytırık ve donanımsız bakış açılarıyla anlatmaya çalışan bu güruha mensup kişiler, seyrini bulamamış ve sürüklenmeye mahkum bir geminin şuursuz mürettebatıdır kanımca. Daha sağın ve solun ne olduğunu bilmeyen, Marks’ı, Malcolm X’i vs… aksiyonerleri adamakıllı tahlil edemeyen bu şahıslar şiirimiz adına nasıl (ve neden) bir boşluğu doldurabilir?

Allah kelimesini diline dolayan bu müsveddeler ne yapmaya çalışıyor?

Her birinin yazdıklarına bakın, bir dergide katı bir şeriatçı, başka bir dergide Şeriatla hemhal olup ta dünya nimetlerinden gözünü alamayan, nefsinin dizginlerini tutmak için işlediği günaha Allah’ı şahit tutan ve tam o günahı işlerken Allah’ı karşısına alıp adeta evin şımarık çocuğu edasıyla ondan mağfiret dileyen ikiyüzlü bir insan mizacını göreceksiniz.

Evet sorsanız hepsinin dini ilimlere, âlimlere veya dindar siyasilere dair söyleyecekleri bir sürü söz vardır. Namaz kılarlar, oruç tutarlar kısacası dini akidelerini yerine getirirler her birisi. Ama bütün bunları o aciz nefislerini gizlemek için bir bahane veyahut yazdıkları şiirler için bir malzeme olarak görmekten de geri durmazlar.

Sağ literatüre ne kadar yakın gözükseler de hepsinin amacı sağdaki solcu olmaktır aslında. Bir nevi çağın vicdanı. Veya günümüz imgelemiyle bir Mevlevi. Ama bunu da beceremezler. Bilmezler çünkü sağcılık neyi gerektirir solculuk neyi. Okumazlar ve sadece o fetişleştirdikleri çay içme ayinlerinde duymuşlardır kendileriyle yapılan röportajlarda bahsettikleri âlimleri. Sosyalist Müslüman’dır hepsi. Bir zamanlar solcuların kalesi olan ama edebi anlamda hep ölü çocuklar doğuran sol tandanslı toplumsal gerçekçiliği günümüzde uygulama çalışıyorlar. Tabi ki akılları sıra bunu (nasıl yapacaklarsa) dini referans alarak yapmaya çalışıyorlar. Bahsettiğim akımın solcu temsilcileri birer birer edebiyatımızdan el etek çekme konusunda bir hayli acele etme zekâsını gösterebilmişlerdi. Ama bu dinci tayfanın böyle bir manevrayı akıl edebilecek bir becerisi olduğunu zannetmiyorum şuan için.

Evet, şiir söylemek için mi yazılır? Yoksa okunmak için mi? diye bir soru sorsam size ne cevap verirsiniz? Şahsen ben ikincisini tercih ederim. Bu yüzden böylesine bir yazı yazma ihtiyacını kendimde hissettim. Bir zamanlar Orhan Veli-Ahmed Arif çizgisinden gelip de daha sonra şiirdeki ironinin en cıvık halini, toplumsal gerçekçiliğin o fütursuz heybetlenmelerini az çok bilen birisi olarak bütün bunları yazdım. Ne düşüneceğiniz ;aşağıda örneklerini göreceğininz şair ve şiirlerle size kalmış.

Ezan seslerine tramvay duraklarına kırmızı dudaklarına
Karışır aklım alnım kırışır çizgilerle ağaçlar.
Bir gök tanrı heybetiyle ağzımı bozuyorum”
Abdüssamed Bilgili

Hatun sen benim vatanımsın ezan da okunuyor bak
Bak bu benden terleyen Türkiye’dir.”
Bankalar çoğaldıkça namazlar kaza.
Ali Celep

Bu nedenle bu his bulutsusunu dağıttığımızda geriye hiçbir şey.
Kalmadı demek aslında Allah yoktur demek anlamına da geliyor.
Allah yoktur.
Allah var mıdır (Doğru soru bu değil).
Doğru soru nedir(Doğru soru bu değil).
Peki, “Allah yoktur” demek her şeyi çözer mi (Doğru soru bu değil)
Doğru soru nedir (Doğru soru bu değil).”

Efe Murad

Pişt! Lan! Islamic!
Allah deme lan sus Allah deme
Büyük projelerin piçi olmuşsun, Allah’a kurban ol
Allah’ım, Marx okusun Amerika
Üstüne de Mehmet Akif
Allah’ım, sen varsın, ama Amerika’da var  n’olur
Bi şey yap”
Franko Buskas (Emrah Altınok)

Sonunda güzel bir kız olsun Allah’ım bir istiklal marşı daha
Yazdırma
Biraz söveyim feleğe biraz da tövbe edeyim
Dört sıfırdan oyunu peş peşe üç marsla
Allah kerim Allah kerim Allah kerim”
Elyasa Koytak

Söyleyeyim ben Mevlana, kafam iyi.
..
Ben görmedim, tanıdığım Mevlanalar hep evli barklı Konyalılar
Fena halde Allahlı
Allahçı Konyalılar
Napolyon Mevlana Atatürk ve diğer peygamberler
Stat dolacak ve ben parayı bulunca Mevlana Üçlü çektirecek

Mevlana büyüsü yaptık, şimdi koyuyoruz cimboma sınıf mınıf
Kalmayacak”
Eren Safi

Yarabbi bir sürü günah, bir sürü halt yedik affola
Yarabbi bütün yıl karıları kestik, öldürmedik ama
Yarabbi sen gafursun, sen rahimsin affola
Ağzımızı çalkalayarak yüz seksene taktık geliyoruz yarabbi
Hamdu senalar sana selamlar habibine olsun
Leybeyk leybeyk leybeyk yarab ellerimizi açtık,
Transparan yerlerimizi kapattık, meyhaneleri de kapatacaz
Yarabbi
Yarabbi yüzümüz yok, paramız yok, karımız yok, bursumuz yok,
Ölmeye niyetimiz yok
Derdimiz çok, düşmanımız çok, falsomuz çok, fortçumuz çok
Bizi kötülüklerden beri, hasenatlara yakin eyle yarabbi
Lastiğimizi patlatma yarabbi
Lastiğimizi patlatma yarabbi
Lastiğimizi patlatma yarabbi
Bizi monica belluci’lerle imtihan etme yarabbi
Karı görünce raydan çıkıyoruz yarabbi
Bizi dostlarınla buluştur yarabbi
Bize dervişler gelsin, biz dervişlere gidelim yarabbi
Kemal da derviş mi yarabbi?
Ey cilloşların, sarhoşların, berduşların, yamukların,zırzopların,
İmansızların da rabbi olan Allah
Eşhedü enla ilahe illallah
Ve eşhedü enne muhammeden abduhü ve resuluhü
Amentü yarabbi sonsuz kere amentü
Ölürken hard diskimizi çökertme yarabbi”

Mustafa Burak Sezer




17 Haziran 2013 Pazartesi

İSM-İ ZAMAN, İSM-İ MEKAN


cemil aydın


Yarı karanlık bir gecede eski bir koltuğun üzerinde bembeyaz bir yorganın altında yatıyordu babam.Hastaydı.Dillendirmeye korktuğum bir sonun ürpertisi yalıyordu tenimi. Azrail evdeydi, biliyorum: "Çık dedim,git evimden."

...ve geçti zaman,işte mekan!

Kovamadığım misafirin yelinde dağıldı ruhu babamın. Dişlerim kenetlendi. Ağlayışlarla tanıştırılamayacak kadar çocuk kardeşlerim gözlerini ovalıyordu sersem uykularında. Bir kabus olmalıydı bu, kötü bir rüya. Unutmaya niyetlenilen uykulara hapsedilecek bir rüya. Ve ben tanığıyım gerçek kadar hayal hayatımın.

...ve geçti zaman,işte mekan!

Bekletilemeyen bir anıyı usulca yok edişimi izlerim. Omuzlara ağır bir yük biner öğle üstü. Acısı ailemin sızısıdır. Saplanır yüreğime. Toprak utandı bu tohum değil! Canım sanmayacak kadar aşınmalara alışık gerçeklerin koynunda. Mutluyum demek gülümsetir mi? Bu soru sığar mı bir yerlerinize?

...ve geçti zaman,işte mekan!

Kalıntı medreselerin akşamları çok üşüten köşesinde göz doluluğu hacminde bir maziyi kırıştık. İnsan bu demiştim, hatırlamak için unutuyor. Ve unuttum. Hatırıma hatırlat, bir şiir başlığında kafa bulan uyuşuğum.

...ve geçti zaman,işte mekan!

Tesadüfen dillenen taşkınlığına aşkı bir şairin. "Kolay gelsin" sözünün bir kara mizahı andırdığı kalkışmalarda aklım bin karış dibinde hayatın. Alışıldık gidişlere tutturmak adımları,ciddiyettir kalabalıklarda. Ayaküstü uyarılarda kulağım delik deşik kalır. Ağzımda öğütürüm o an küfrün en okkalısını.

...ve geçti zaman,işte mekan!

Dönüşsüz bir yolculuktur ayrılık,ölüme kardeş benzerliğiyle. Bir gün bir masal bırakırım şehre. İnsanlarına kefalet haraç keserim hesapsız oturmalara. Masalım büyütür şehri. Gözlerimde büyürsün.

...ve geçer zaman,işte mekan!



8 Haziran 2013 Cumartesi

DAHA FAZLA DURMAMALI


cemil aydın



Sıkıldım. Durmamalı bir yerde fazla. Dışarı atmalıyım kendimi. Nereye? Bir yerlere işte. Yürüyorum. Mahallenin çocukları oynuyor sokakta. Kimileri taşlardan oluşturdukları kaleleri muhafaza ediyor, kimileri incecik bellerine sardıkları iplerle oynuyor. Çocuklar şu hayattan zevk alan. Yüzleri gülen yok çocuklardan başka. Biz eskimişiz.
Köşeyi döndüm. Karşımda cadde. Vızır vızır geçen arabalar. Bir insan seli. Çıkmalı, karışmalı kalabalığa. Unutmalı yaşananları. Kavgaları, sıkıntıları bir kenara atmalı.
Yürüyorum… Okuldan çıkan gençler, müzik seslerinin birbirine karıştığı dükkânlar. Gülenler, bağıranlar. Bir hayat var, hırs var şu insanlarda. Unutmuşlar olan biteni. Kendi işinde herkes. Ezan okunuyor. Üç beş yaşlı giriyor camiye. Avluya oturuyorum. Ihlamur kokuları geliyor burnuma. Şadırvanda su sesleri. Abdest alanları izliyorum. Dudakları kıpırdıyor. Onlar sıyrılmış kalabalıktan. Başka bir hayatı soluyorlar. Usulca kalkıyorum yerimden. Abdestimi alıp giriyorum camiye. Namaz, dualar, musafaha, huzur… Bedenim dingin.
Çıkıyorum camiden. Kalabalığa karışıyoruz. Herkes bir yerlerden dalıyor gürültünün ortasına. Dayanamıyorum.
Caminin bitişiğinde bir mezarlık. Giriyorum. Sağda bekçi kulübesi. Bekçi fasulyeleri suluyor. Bitmiş hayatların mekânında bir canlı var nasıl olsa. O da onların yanına dâhil olana kadar çalışacak. Uzaklaşıyorum. Türlü türlü mezarlar. Kimi yaşını almadan kimi çocuk yaşta, kimi askerlik çağında çekmiş gitmiş. Hayat basit. Onlar da yürüdüler benim yürüdüğüm yerlerde. Ziyaret ettiler tanıdıklarını. Şimdi ben yürüyorum. Onların yanına gittiğimde bir başkası yürüyecek. Sürüp gidecek bu düzen. Bir yerde, bir anda kopacak ipimiz. Ölüm. Ürperiyorum Yirmisi, sekseni fark etmiyor. Yaşamak isteği her yerde, her an diri.
Dolaşıyorum mezarlığı. Bir mezar taşı görüyorum. Doğum:15.04.1960.Ölüm:13.08.1989.Doğum günüm. İşte hayat. Kabrin başına gidiyorum. Ben bu ölünesi dünyaya gözlerimi açtığım gün bir can; tüm anılarını, hüzünlerini, sevinçlerini bir yana bırakıp kapamış gözlerini. Ne yapılabilir? Dua ediyorum ona. Boş gözlerle bakıyorum. Çıkmalıyım buradan. Daha fazla durmamalı. Hayata karışmalıyım. Derin düşünmemeli fazla.
Bak karnım acıktı. Acaba anam ne yaptı akşam yemeği için?
Evin yolunu tutuyorum. Hayat devam ediyor.
Yürüyorum.

HADİ,ACIYIN VE TÜKETİN BENİ

cemil aydın


HADİ, ACIYIN VE TÜKETİN BENİ
Yıllardır peşinde sürüklendiğim isteklerimden kaçmak, iyi bir insan olmanın-herkes gibi olmanın-gereğiymiş. Vazgeçmiştim isteklerimden. Peki, ne olacaktı?
 Kabullenemediğim kendimi oradan oraya taşıyacak, tiksintiyle baktığım insanlara gülümseyecek, menfaatimi temin için didinecektim gün boyu. Kendimi aldatacaktım. Kendini aldatanlara inanacaktım. İyi olmadan önce uzaktım onlardan. Oysa şimdi ağızlarının kokusunu çekiyordum. Benden uzakta olmalarına rağmen katlanamadığım varlıklarına, kazanmak için -paramı ve ailemi- katlanıyordum.
 İyileşmeden önce kendimi heder ettiğimi söylüyorlardı. Benim için ne mi yapmışlardı? Sadece kendimi heder etmemin farklı bir yolunu önerdiler. Böylesi onlar için daha onurluydu. Çünkü hepsi böyle yapıyordu. Benim onursuzluğum düzenlerini bozuyordu. Benim yolsuzluğum, kendimi bilmezliğim, tükenmişliğim kapanmayan tek yaraymışçasına üşüşmüşlerdi başıma. Kan emici sinekler! Tiksiniyorum sizden. İyiyken de tiksiniyorum. Başkalarının yaralarından beslenen böcekler! Karanlıkta sizin hayatınız. Kararmış vicdanlarınızla orada mesutsunuz. Eskimiş olandan, çürümüş olandan, arta kalandan beslenen; iyi olan her şeyi eskiten, çürüten mundarlar! Girin deliklerinize. Onurunuzla yaşayın, hadi.
 Ben gecenin koynunu açıp, sızacağım derinlerine. Günahın dibini bulacağım. Heder edeceğim kendimi. Hadi girin deliğinize, bana oradan bakın ve beddualar edin. Acıyın bana ve yürekli bilsinler sizi. Sizin yürekliliğiniz tükenişime bağlı, işte fırsat.
 Hadi, acıyın ve tüketin beni.


7 Haziran 2013 Cuma

MEDRESEDEN ÜNİVERSİTEYE-POLİTİKANIN GÖLGESİNDE ÜNİVERSİTE-3

cemil aydın


SEZAİ KARAKOÇ’UN İDEAL ÜNİVERSİTESİ
Karakoç’a göre gerçek üniversitenin kuruluşu , toplumun kurtuluşuyla mümkündür. Sözde batılılaşma havasına giren toplumun silkinmesi ve kurtuluş için çaba sarf etmesi gerekir.
Öncelikle amaç iyi tespit edilmelidir. Karakoç’a göre üniversitenin amaçları üç başlıkta toplanabilir: Toplumun ihtiyacı olan uzman kişileri yetiştirmek, uzman kişileri yetiştirenleri yetiştirmek ve bilim yapmak. Üniversite yönetimi ve organizasyonunu da bu amaçlara göre şekillendirmek gerekmektedir.
Karakoç’un önerilerini başlıklar halinde şöyle toparlayabiliriz:
1.       Fakülteler ilişkili olduğu özel ve kamu sektörüyle irtibat halinde olmalıdır.
2.       Öğrenciler mezun olduğunda işleri hazır olmalı. Toplumda fakülte mezunu işsizlerin çoğalması kaos ortamını oluşturur.
3.       Bilim yapacak kişiler günümüz hocalarının maruz kaldığı binlerce kâğıt okuma, sınav kâğıdı okuma, sürekli imtihanlar yapma yükünden kurtarılmalıdır.
4.       Bilim için çalışanlar, bilim ve kanaatte tam özgür olmalı,  politikayı bilime alet etmemeleri için tedbir alınmalı. Hocalar bir partiye mensup olabilirler ancak politik tavırlarını üniversiteye taşıyamazlar.
5.       Gençlere ihtisasları dışında birtakım genel kültür; dünya olayları, fikirler konularında konferanslar ve dersler verilmeli. Bunun için ayrı bir öğretim örgütü kurulmalı. Bunlardan genel bir yoklama ile fakülte bitirme sınavı birleştirilmeli.
6.       Bugünkü Edebiyat fakülteleri yetersizdir. İslam düşünürleri ve bilginler için kürsüler, enstitüler kurulmalıdır. Eski eserlerin yeniden basılması, sadeleştirme teknikleri, günümüz diline çevirme teknikleri öğretilmelidir.
7.       Bütün kütüphanelerden öğretim üyeleri ve öğrencilerinin geceleri ve tatil günleri de yararlanmaları sağlanmalıdır.
8.       Personeli belli sayıya varan müesseselere(ister kamu, ister özel teşekküller olsun) psikologlar, sosyologlar, felsefe mezunlarının alınması mecburi tutulmalıdır.
9.       Öğrenci mezun edilip bırakılmamalı, devletin kurduğu bir kurum onu izlemeli ve iş hayatına adapte etmeli.
10.   İlahiyat fakülteleri mezunlarına genel kültür, tarih ve edebiyat kültürü kazandırılmalı, sabırlı olma, dayanıklı olma gibi irade deneyimleri yaptırılmalı, ülkeler, kanunlar, adetler, örfler hakkında bilgiler verilmelidir.
11.   Yabancı dil üniversitede öğretim dili haline getirilmemeli.
12.   Aydının aşağılık duygusuna kapılmasına meydan verilmemeli.
13.   Öğrenciler ezbercilikten, lüzumsuz bilgilerle hafızalarını doldurmaktan kurtarılmalıdır.
14.   Üniversitenin yeniden düzenlenesi için uzun vadeli planlar yapılmalı ve bu planlar tartışılmalıdır, tartışılmaya açık tutulmalıdır.

Karakoç’a göre: “Üniversite mezunu deyince aklımıza, bilgili, kültürlü, belirli bir alanda uzman olmuş hoşgörülü, topluma saygılı, tarih şuurunu taşıyan, toplumda belli bir yer edinerek olumlu katkılarda bulunan, dindar ve yurtsever bir aydın kişi gelmelidir. Aydınlar kadrosu, bu özellikte gençler ve olgun yaşta insanlardan oluşmuş ülke, güvenle geleceğe bakabilecektir.”

MEDRESEDEN ÜNİVERSİTEYE-POLİTİKANIN GÖLGESİNDE ÜNİVERSİTE-2

cemil aydın


MEDRESENİN ÖNEMİ VE BOZULMA SÜRECİ
Medrese bizde toplumun temel taşlarından biriydi. Bu temel taşlardan biri ordu, biri din, biri idareyse biri de medreseydi.  Medrese idareyi, ordu ocaklarını ruhuyla besler ve gözetirdi.
Toplumun temel taşlarından olan ordu, yönetim ve medrese ahenkle işlerse düzen yürürdü. Medrese uzaktan ve üst kademesiyle padişahı, yönetimi ve askeri sezdirmeden gözetir ve denetlerdi. Karakoç’a göre Osmanlı’nın ayakta kalma sebeplerinden biri de budur.
Peki, medrese neden bozulma sürecine girmiştir? Önceki paragrafta bahsettiğimiz, medresenin sezdirmeden yürüttüğü kontrol mekanizması görevi, prensiplerin dışına çıkmıştır. Medrese, yönetim ve askerin emelleri için kullanılmıştır. Sultan Aziz ve Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesinde yozlaşan medresenin etkisi olmuştur. Zamanla İttihatçıların da oyuncağı olan medreseler 1.Dünya savaşıyla gerçek anlamda çöküşünü yaşamıştır.
Osmanlı devrinde vakıfların desteğiyle ayakta kalan medreseler mali özerkliğe sahiptir. Tanzimattan sonra kurulan Darülfünun devlet bütçesine bağlıydı. Bu yüzden politikacıların emri altına girmişti. Cumhuriyet döneminde de mali özerkliği yoktu üniversitelerin. Yine aynı şekilde politika üniversitede etkisini hissettirmiş, üniversiteliler siyasi partiler tarafından bilhassa çok partili hayata geçişle birlikte militan gibi kullanılmıştır. İhtilallerde de üniversitelerin rol oynadığını kanıtlayan olaylar bu düşünceyi doğrulamaktadır.
1968 hareketlerinde, 1973-1980 arasındaki anarşist hareketlerde, kürsü işgallerinde, sağ -sol çatışmalarında üniversite başı çekti.
Böylece üniversiteler asıl görevini unuttu, bilimden uzaklaştı ve ortaya yeni bir şey koyamadı.

ÜNİVERSİTE-ORTAÖĞRETİM İLİŞKİSİ
Karakoç’a göre üniversitenin düzelmesi orta öğrenimin düzelmesine bağlı.
Bu sebeple ortaöğretimin yükseköğretime göndereceği öğrenciye en azından metotlu olmayı, kütüphanelerden ve kitaplardan nasıl yararlanacağını bilmeyi, gereksiz tesir altında kalmamayı, bir fikri karşıtları ve alternatifleriyle birlikte düşünmeyi, bilim, düşünce, inanç, ideoloji, teori ve pratik ayrımını yapmayı ve seçimini yapabilmeyi öğretmiş olması gerekmektedir.
Öğrencinin ideolojik propagandalara kapılması yani tesir altında kalması ortaöğretimde gerekli bilgi ve görgüden mahrum kalmasıyla ilgilidir. Bu bilgi ve görgü mahrumiyeti genci iki tarafa yönlendiriyor. Dünyayla ilgisini kesip bir uzmanlık elde etme ya da ilgisini sokak politikacılığına yöneltme. Karakoç bu iki sınıfın durumunu da tehlikeli buluyor. Dünyayla ilgisini keserek uzman olan kişinin otoriter davranacağını ve toplum işlerinde üniversite okumayan kişiler kadar isabetli karar veremeyeceğini söylüyor. Çünkü otoriterlik beraberinde gurur ve kibri taşır. Gurur ve kibir öğrenme azmini öldürür. Öğrendiklerinin üzerine çıkamayan, toplumun bilgisine ve değerlerine kulaklarını tıkayan uzmanlar aciz duruma düşer.
İkinci sınıfı Karakoç daha tehlikeli buluyor. Çünkü bu sınıf kendi görevini ihmal edip partizanlaşır. İhtisas alanında boşluğa yol açan bu yönelim de toplumda onulmaz yaralara yol açar.


ÜNİVERSİTENİN İŞLEVSİZLEŞTİRİLMESİ
12 Eylül döneminde üniversiteler kontrol altına alınmak istendi. Başıbozuk hareket eden fakülte ve üniversiteleri, politik oyunlarla üyeleri birbiriyle boğuşan senatoları sıkı sıkıya bağlamak için yeni bir düzene gitti. Karakoç’a göre bu durum ifrattan tefrite gitmekti.
Yeni düzenle üniversite öğrencisi lise öğrencisi konumuna getirilirken, öğretim üyeleri de yüksekokul hocaları durumuna getirildi. Amaç lise öğrencisi gibi suya sabuna dokunmayan, sadece dersine çalışıp, diplomasını alıp hayata atılan üniversite öğrencisi oluşturmaktı.

5 Haziran 2013 Çarşamba

MEDRESEDEN ÜNİVERSİTEYE-POLİTİKANIN GÖLGESİNDE ÜNİVERSİTE-1

cemil aydın


MEDRESEDEN ÜNİVERSİTEYE-POLİTİKANIN GÖLGESİNDE ÜNİVERSİTE
Sezai Karakoç Düşünceler 2- Kurumlar adlı eserinin üniversiteler bölümünde üniversitelerin tarih içindeki yeri ve öneminden, üniversitenin Osmanlı’dan cumhuriyete, cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze değişim ve dönüşümünden ve ideal üniversitenin hususiyetlerinden bahsediyor.
Karakoç’a göre üniversitelerimiz Tanzimat’tan bu yana krizler içinde. Fatih devrinde zirvede yer alan medreseler 18.yy.dan sonra dünyada olup bitenleri değerlendirmemiş, giderek içine kapanmış, öz evlat iken Batı’dan gelme sözde modern okulların yanında üvey evlat olmuştur. Tanzimat’tan sonra medreselerde gereken yenilikler yapılmamış ve giderek bozulan medreseler cumhuriyetle birlikte tasfiye edilmiştir.
Tanzimat döneminin yanlışı medreselerde dönüşüm yapmaya çalışırken geçmişi, toplumun ruhuna yerleşmiş gelenek ve tecrübeleri yok saymasıdır. Ayrıca dönüşümün batıya ayarlı olması da toplumumuz için ayrı bir problem teşkil etmektedir.

DÜŞÜNÜR VE ÜNİVERSİTE
Karakoç’a göre üniversite bir toplumun temel taşlarından biridir. Üniversite ülkenin beyni mahiyetindedir. Üniversite zihin hayatının başlıca kaynağı olan düşüncenin yuvasıdır. Bu yuvalarda yetişen düşünürlerimiz toplumu aşan büyük yeteneklerdir. Düşünürler üniversitenin kuralcı disipliniyle ömrünün sonuna kadar bağlı kalamaz belki ama düşünür üniversitenin ve bilimin öneminin şuurunu taşımalıdır. Buna karşılık üniversite de düşünürü küçümsemeyecek ve düşünürlerin açtıkları yolda ilerleyeceklerdir.
Karakoç’a göre sağlıklı bir toplumda; bilim hayatı, düşünce hayatı, din hayatı, ahlak hayatı sıhhatli bir ilişki içinde olmak zorundadır.

ÜNİVERSİTE REFORMU: MEDRESEYE SON KURŞUN
Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetin ilanıyla daha da belirginleşen medresenin tasfiyesi, medrese kökenli kişilerin üniversitelerde görevini sürdürmesinden dolayı tam olarak tamamlanamamıştır.
Karakoç’un deyişiyle medreselerin bu temsilcileri sözde batılı üniversitelilerin ruhuna azap veriyor, zihnindeki cinayet hatırasını söküp atmak isteyenler buna çareler arıyordu. İlk çare yazıyı ortadan kaldırmaktı.1933 yılında üniversite reformunun yapılması ise üniversite medrese çekişmesini sona erdirdi. Çünkü sahasının tek otoritesi olan nice medreseliler görevini bırakmak zorunda kaldı. Yerlerine liyakatsiz kişiler geldi. Böylece geçmişle olan bağ koparılmış, batılı anlamda üniversite kurulmuş oldu.

TERSİNE DÜNYA

cemil aydın


Olmalıydı dememek için bir gün
Şimdi tersine esiyor rüzgarlar
Ve bu yüzden yolumda doğruyum
Yalnızlık kazınınca zamanın eskisinde
Yollara serpiştirildi çiçekler
Hepsi binbir öyküsüyle masal oldu
Uyku başlarında
Devamı rüya sonu gerçek olan
Ve yüreklere hasret yerleşti
Gündüzü iple çekmek için
Şehirler düzüldü oyalansın diye gözlerimizin akı

Ellerimde izi kaldı acele dokunuşların
Sevimsiz yüzleri anımsatan
Hep, bir yerde bulunmak için
Toplanılmış kahvelerde
Acı çektirdiğim dilim
Uyuşmak için katiliyim bedenimin
Özürsüz kabahatleri sevdim
Hesapsız heyecanlardayım
Sormayın yarım kaldığımda
Başlamadığımdan çok tehlikeliyim.



(Hakan Sarı'nın hazırlamış olduğu Buluşma-3 seçkisinde yer alan bir şiir)

4 Haziran 2013 Salı

HÜKÜM-DARLIK

cemil aydın


Çekip kayışı nefes kesen
Hoyrat ellerin
Sürer açgözlülüğün tarlasını
Leş kuşları gözetler mahsulü
Toprak altını besler her şey
Şüphesi bu bir devri daimdir
Alimliğin alameti
Bilmek değil
Yapabilmektir
Ne ki kusurdur insan
Zamanın ipi gergindir
Eski kalmış bir düş büyür
Gözlerimin çakmağında
"Az olanı çoğalttım"
Az olanı çoğaltan bilge
Kağan değil günümde
-Ellerimiz mi parayı kirletti
para mı ellerimizi?
İşte tam bu belirsizlikten
el de kirlidir,para da-

Çok öğün,çok çalış,çok güven
Yaşa çokluğun ilahı!
Azdan az çoktan çok gider


(Hakan Sarı'nın hazırladığı Buluşma-3 seçkisinde yayınlanmış bir şiirdir)


UTANMANIN TARİHİ

cemil aydın


Ellerimde titrer dünya
Gözleri çekilmiş yuvasından
İskeletler takırdar her yanında toprağımın
Yumruğuyla ekmeğini çıkartmanın adına
Mertlik denildiği zamanlarda
Göğüslerde cesaretin gerginliği
Kadınına siper olan erkeğin
Düşünülen kızın,oğlun
Susmalarında bir asrın esrarı saklanırken
Ağlayışları beslerken gül yanaklarını
Filizlendi kızarıklığında
Utanmanın tarihi

(Hakan Sarı'nın hazırladığı Buluşma-3 seçkisinde yayınlanmış bir şiirdir)

3 Haziran 2013 Pazartesi

2013 POETİKA ODAKLANMALARI


cemil aydın

Bir imgenin tahayyülü zihninizde nasıl oluşuyor?
Apansız bir şey mi bu imge,ya da tam tersi öncesi ile sonrası var mıdır?
Bir şiirin ilk dizesi nereden,nasıl geliyor?


İmge, zihnimde okuduklarım neticesinde oluşur çoğu zaman. Deneyimlerim, hayallerim ve beklentilerim, beni kendi düşsel evreninde sürükleyen yazarın eseriyle kesişir. Böylece yazacağım yazı ya da şiir doğmuştur. Bundan sonrası benim için bir tür çeşitlemedir.

İmge apansız bir şey midir? Bence ilhama dayalı bir süreci reddetmek akılcı bir yaklaşım olmaz. Tabiî ki ilham dedigimiz şey doğuştan edinilmez. Duygu evrenini hiç durmadan genişletmekle, yerinde saymayan bir disiplinle çalışmaları yürütmekle kazanılır. Algıyı hazır hale getirmek ilhama zemin hazırlamaktır. Nihayetinde imge bu sartlar sonucunda apansız olusur.

İmgenin oluşumunun tarihi bence yazarın ya da şairin hayatıyla koşuttur. Eseri olusturan kendini eserde ortaya koyar. Bu meydana çıkış kişinin yasadığı zamanın öncesine ya da sonrasına dek uzanabilir. Bu süreçte imgeyi belli bir zaman dilimine sığdırmak mümkün değildir.

Şiir benim için bir problemin, bir derdin, bir sıkıntının ifadesidir. Düzyazının olanaklarıyla ifade edilemeyecek duyguları şiirle ferahlatır, özgürleştiririz. Bu sebeple benim için bir şiirin ilk dizesi bir problemin, bir sorunun düşüncesiyle başlar. Anlatmak isteyecegimi en basta anlatmak isterim ben, ilk dizeyle. İlk dizeyi bulmak güç müdür? Bu biraz da karanlık bir mağarada yürümeye benzer. Işığa giden yolu, sezgin kuvvetliyse, çabuk bulursun.

(2013 Poetika Odaklanmaları soruşturmasına verdiğim cevap metnidir.)

http://zaferyalcinpinar.com/poetika2013.pdf

2 Haziran 2013 Pazar

TUTULMAYAN NOT DEFTERİNDEN-2

adnan sayım


Adam yürümek üzereydi. Hatta attığı ilk adım yürümek olarak sayılırsa, basbayağı yürüyordu. Yani yürümeye başlamıştı desek; adamın içindeki çelişki zerreciklerinden birinin, soluduğu havada uçuştuğunu anlayabiliriz. Yine yürüyor adam. Adı “Yürüyen Adam”, bu yakıştırma ne kadar yakışıksız kaçsa da, yürüyen bir adama ilk koyacağımız tanım, “Yürüyen Adam” dır.
Yürüsün yürüsün adam. Birkaç it ürüsün, birkaç kervan yürüsün. Yürüsün ki kapitalizmin namı yürüsün. Her neyse adam yürüyordu. Hayır, yağmur yağmıyordu ve gecenin bir yarısı da değildi o yürürken. Güpegündüz bir gündüz vaktiydi. Ve adam yürür adımlarla yürüyordu.
Ana avrat dümdüz gidiyordu adam. Yürüdüğü yol sapaksız, bükümsüz, dörtyolsuz dümdüz bir yoldu çünkü. Bu çukur bu yolundu. Adam çukuru takip etse, vardığı yerde varlığının farkına varacaktı. Varamadan var olamazsın diyordu içinden bir ses. (bu cümlenin sonunda enfes kelimesinin kullanılması, yazar tarafından bir an için düşünülmüş, hatta uyak oluşturması için bir cümle uydurulmuş ama sonra koyver gitsin anlayışı benimsenerek vazgeçilmiştir.) Bütün bunlardan adamın haberi yoktu ve adam mallamasına yürüyordu. Ve mal fiyatları küçükbaşlara oranla yüzde elli daha pahalıydı. Yanından geçerken bir celeple müşterinin konuşması hatta hırlaşması ve tokalaşmasına şahit oluyordu adam. Yürüyordu.
Adam yürüyordu. Kahkaha sesleri… Naylonvari… Poşet gibi… Gülümsemeler kilo işi satılıyordu hızla içinden geçtiği insan pazarında. Dengesiz bir haykırış duyuluyordu ve adam yürüyordu. Kulaklarda İsrafil’in düdüğü. Bethoween’ın duyduğu bu ses miydi? Tanrı kıyameti böyle mi haber veriyordu? Adam kulaklarını var gücüyle zorlamasına rağmen bir türlü kabartamadı. Hem adam, adam haliyle kabartma tozunu nerden bulacaktı? Adam yürüyordu. Adamın ensesinden dökülen kıl taneleri kılcal damarlarını sıkıştırıyor olmalıydı ki durup durup, sırtını kaşıyordu bin türlü zahmetle. Ki zahmet dediğin başlı başına bir yüktür. Ha bin türlü ha bir türlü. Adam kaşına kaşına, kaşıdığı yerler aşına aşına, derisi tırnak aralarına taşına taşına yürüyordu. Adam yürümesine yürüyordu. (Aması yok)
Adam yürüyordu. Bir elinde diğer eli. İmam misali, cübbesi yoktu. Hep Ahmet’in suçu, yine kaçırmıştı cübbeyi. Karasını, kapkarasını hem de. Beyaz cübbenin ne anlamı vardı ki karası olmadıktan sonra. Adam yürüyordu. Şükrediyordu yürürken. Tanrım, Müslüman olmak ne zordu. Şükretmesini bile doğru düzgün bilmiyordu. Yanından geçtiği sakat adamın iki bacağının nerede olduğunu düşünürken, ayağı kayıp düşen bir insana neden gülüyordu? İki bacak yürümek için en idealiydi tabii ki. Adam tadını çıkara çıkara yürüyordu ve ona değmeyen yılanın bininci doğum gününe daha çok vardı. Adam yürüyordu. Oysa adam hala yürüyordu.
Adam yürüyordu. Gibiydi adam. Benzetilecek bir şey olmadığı için sadece edattı. Gibi edatının bir şeyle benzeştirilme ilişkisinin olmaması, adamı kendi adına mutlu olmaktan öteye götüremiyordu. Ve eline yıllardır geçmeyen zarf, hangi cümlenin zarfıydı? Adam o cümlenin peşinden yürüyordu. Cümlesini tanıyordu yanından geçenlerin. Ama bir türlü aradığı cümleyi bulamıyordu. Salalar veriliyordu. Günlerden Cuma olduğu için. Yok yok, adamın yaşadığı yerde ölen biri için verilen hep kısık bir tonda hoparlörden söylendiği için, belki de sadece ölünün yaşadığı mahallenin camisinden okunduğu için, adamın salaların okunmasını Cuma namazıyla ilişkilendirmesi normaldi. Adam yürüyordu. Şadırvanlarda bir karmaşa, cami tuvaletlerine girip çıkanlar, gasil hanenin bugün en mutlu günü. Çünkü ne bir ölü, ne de bir diri çalmıştı kapısını bugün. Adam yürüyordu. Manzara büyüleyici olmasına rağmen yürüyordu adam. Yok yok, sandığınız gibi değil, adam bazen dini bütün bazen bütün bir adamdı ve yürüyordu.
Adam, başka bir adamla karşılaşırken hala yürüyordu. Adam diğer adamla yürümeye başlamıştı. Bir kahvehane, birkaç bardak bol küfürlü demli çay, bir kahvehane tuvaleti ve içeride kendisini karşılayan keskin bir sidik kokusu. Adam, ellerini yıkarken, kurulamanın telaşına kapılmıştı. Adam çıktı yürüdü diğer adamın yanına, ona nazik bir dille kendisinin önemli bir işi olduğunu, kendisini mazur görmesini isteyip ayrılırken bir anlığına, kısa bir süre de olsa oturabildiğini anlamıştı. Ama yürüdüğü yolun kenarındaki camekânlar hiç de öyle söylemiyordu. Çünkü adam görünüşe bakılırsa hala yürüyordu. O zaman bu bir hayaldi. Oturabilme hayali. Bırakın oturabilmeyi nasıl konuşabilmişti? Hem de kendi gibi bir adamla? Yok yok, böyle bir şeyin hayali bile saçma sapandı. Çünkü sapan görmeyeli çok olmuştu ve attığı taş bırakın iki kuşu, bir kuşun bile kanadını sıyırmamıştı hiçbir zaman. Adam amma düşünmüştü. Düşünmenin sorgulamakla aynı olduğunu düşünmekle, düşünmenin düşünü görüyordu. Adam yürüyordu. Adam düşünerek yürüyordu.
Adam yürüyordu. Edepli edepli, hayalı hayâlı, yürüyordu adam. Adamın hayası hiçbir hayâsızlığa imkân vermiyordu. Ve adam yürüyordu. Gözlerinde Versace’den aldığı bir at gözlüğü, kolunda hakiki Çin malı bir Citizen saat, sırtında tefe-tüfe fiyatlarını doldurduğu küfesi… Adam sen de… Yürüyordu. Yürümek salgına iyi gelir! Adam yürüyordu ve kaçak sigara kokulu o enfes nefesindeki mikropları, salıyordu yürüdüğü kaldırımlara, yanından geçen nazenin gırtlaklara, ketum suratlara, pamuk ellere ve tablalardaki hamsilere… Adam artık bir şeylere neden olmanın sevinciyle, üzülüyordu. Adam yürüyordu.
Adam yürüyordu.
Adam yürüyordu.
Adam yürü.
Yordu,
Adam,
Adam,
Yürüyoruluyordu…

1 Haziran 2013 Cumartesi

HİKMET USTA

cemil aydın

Üç kızım var. Birisi memleketimde üniversite okuyor. Diğer ikisini getirdim yanıma. Daha okula yazdırmadım. Hele birkaç hafta daha geçsin yazdırırız evelallah. Artık burada bitirirler liseyi, kazanırlarsa üniversiteyi. On dokuz sene buradayız nasipse. Yap işlet devret usulü satışa çıkarılan ekmek fabrikası ihalesini kazanan patronum bir aksilik olmaz götürürüz bu işi diyor ya bakalım.

Tuttuğunu koparır bizim patron. Beş şehirde fırınları var. Hepsi tam teçhizatlı. Öyle odun ekmek falan zannetmeyin. Büyük fabrikadır. Bir taraftan veriyoruz hamuru, diğer taraftan ekmek çıkıyor. El değmeden ekmek çıkartıyoruz. He şunu derseniz: “El değmeden ekmek çıkıyor madem, siz ne halt edersiniz?” Cevabı veririm efendim. Gavurun icadı da insan gibidir. Dört dörtlük değildir canım. Nasıl ki bizim kusurumuz var, onun da kusurları var. Bakarsın hamurları üst üste yollamaya kalkar, ayırırsın. Bakarsın güzel bıçak atmaz hamura, bıçak atarsın. Uyanık olacaksın her daim. Arada bir yorulan, dalıp giden, muhabbete tutuşan elemanlar olur. Ben fırının ustabaşısı Hikmet ağabey olarak müdahale ederim aksaklıklara. Makinenin hızı ne zaman işçinin hızını geçer: “Ha gayret!” “Haydi ağalar maşallah” “Size hamur mu dayanır be, koca şehri doyurursunuz evelallah!” derim de hırslandırır, hızlandırırım elemanlarımı. Ekmek kazanıyor onlar da ben gibi. Bir çocuk gibi isterler ki yaptıkları iş görülsün, beğenilsin. Ben de arada böyle yağlarım onları. Ama hata oldu mu iyi de kalaylarım. Burası babamın yeri değil. Ekmek yediğim yer bana ustabaşısın dedi. Ben ustabaşı Hikmet, ekmek yediğim yere ihanet etmem. Adalet sağlamak benim işim. Zordur ama elimden geleni yaparım. Kusurum vardır elbet. Evde üç kız, bir karıyla zor uğraşan ben yirmi dokuz işçinin sorumluluğunu almışım. Nasıl hepsinin gönlünü hoş tutayım. Bir bölümün molası on dakikaysa, öteki bölümün molası on bir dakika olmayacak. Oldu mu kızarır, homurdanır bazı elemanlarım. Şaşmaz bir saatleri vardır. Her işçi hassastır saatlere. İşbaşı yaparken o kadar hassas değiller ya neyse, günahı boyunlarına. Kimi zaman ben de dinlenemem ama ustabaşıyım. İşi yürüten benim. Patron, mühendis geldi mi işçiye bir şey demez. Gelir beni bulurlar. Vallahi işçiyle hiç münasebet kurmaz. Bazen işler iyi gider denk getirdiğine bir “Merhaba!” der, alışık olmayan elemanlarım “Bana demedi herhal!” deyip kafasını çevirmeden işine bakar. Patronun çalıştığımız yere indiği –büyük patronun uğrayacağı zamanlara denk gelir- zamanlar beni çeker bir köşeye bildiği şeyleri bana sorup işiyle ilgilendiğini gösterirdi. Ben patronla konuştuğum vakit işçiler ilk molada yanıma gelir, patronla ne konuştuğumuzu sorarlar, içinde biriktirdikleri tüm şikâyetleri bana söylerlerdi. Bazen bitmeyen sorulardan, sızlanmalardan sıkılırım, kan beynime sıçrar:”Çıkın ağalar yukarı, müdür odasının yeri belli. Sorun ne merak ediyorsanız. Sinirlenirim garibanlara; ama acırım bir yandan. Hepsinin kendine göre dertleri vardır.

Mesela bizim pişirici Bayram. Sivaslı Bayram. İstanbul’da da birlikte çalıştık. Bilirim delikanlı adamdır, ekmeğine bakar. Vallahi on beş saat çalışsa sesi çıkmaz, ne iş versen halleder. Böyle adama kurban olayım canım. Neyse bizim Bayram memleketine gönderir kazandığını. Kendisi çok para harcamaz zaten. Fırının mescidinde yatar kalkar. Odasında yatağı, üç beş kıyafetini koyduğu küçük bir dolabı, patronun hediye ettiği üç kişilik koltuğu vardır. Yemek zaten hazır gelir, kirası yok. Çarşıya çıktığında bir kahvede üç beş çay içer, uykusuzluğu göze alırsa Fenerin maçını seyreder. Ne kadar harcayacak? Yollar parasını anasına. Anası cahil kadındır. Bir kızı var yakın köye verdikleri: Halime. Bayram evvela ablasını arar, ablası da bir fırsatını bulup ilçeden parayı çeker anasına götürür. Anası yastık kılıfına sıkıştırdığı paraların birazıyla evin ufak tefek ihtiyaçlarını aldırtır, kalanını oğlunun çeyizi için biriktirir. Kocası İbrahim’e kalsa oğlunu evlendiremezler. Üç kuruşluk emekli maaşını gençliğinden beri günahına yoldaşlık eden halasının iki oğluyla yer bitirir. Eve zil zurna sarhoş girdiği için çoğu zaman yatağında uyuyamaz. Kimi zaman dışarılarda, kimi zaman evinin önünde sızar. Zor bela anahtarı deliğe denk getirip kapıyı açtığı zamanlarda evin muhtelif yerlerinde uyurmuş. Evimin erkeği diyerek sineye çekermiş kadıncağız. Bizim Bayram bakmış okuldaki dersleri kafa almıyor; babasının kendine hayrı, evine getireceği parası yok almış çantasını atmış kendini İstanbul’a. Bayramdan bayrama gördüğü teyzesinin evinde birkaç hafta kaldıktan sonra bizim fırına maya getiren eniştesinin sayesinde bizim fabrikaya işçi olarak girdi. O sıra işlerimiz yoğun. Seçim mitingleri başlamış. Partilerden, mitinge gelenlere dağıtılmak üzere hazırlanacak sandviçler için ekmek siparişi almışız. Binlerce ekmek çıkartıyoruz. Haliyle işçiye ihtiyaç var. Bizim Bayram’ın şansı varmış ki tam sıkışık zamanımızda kapağı attı fırına. Git gide alıştı fırına. Kendini kanıtladı. Patron Bursa’da bir fırın daha açtı. Beni ustabaşı olarak oraya götüreceğini söyleyince iş bilir birkaç adamı da yanımda götürmek istedim. Rica ettim patrona, Bayram’ı yanımda götüreceğim dedim. Sağ olsun kabul etti.

İstanbul’dan getirdiğim diğer elemanımın adı Ahmet. Markalı ürünlerin korsanını üreten küçük bir dükkânda çalışmış, ustası maaşı az tutunca bırakmış işi. Bir süre işsiz kalmış. İşsiz zamanında halasının kızıyla düğün yapmış. Yavuklusunu Bitlis’te bırakıp askere gitmiş. Tek gün izin kullanmadan askerliğini bitirip memleketine dönmüş. Döndüğünün üçüncü günü patronumuzu tanıyan bir hemşerisinin ricasıyla işe alınmış. Bırakmış garibim karısını yine düşmüş yollara. Biraz para biriktirip döneceğim diye teskin ediyormuş karısını. Ahmet biz Bursa’ya geldiğimizin haftasında İstanbul’a gelmiş. Patron rica minnet işe aldığı bu çocuğu çalıştıracak yer bulamayınca ben devreye girdim. Ahmet’in Bursa’daki fabrikaya gelmesini, orada elemana ihtiyaç olduğunu söyledim. Patronun aklına yattı, kabul etti. Ben de Ahmet’i aradım. Yığınla yalan söyledim ikna etmek için. Bak burada şartlar iyi, parası da daha fazla. Sigortanı da dosdoğru yatıracaklar. Öyle asgari ücret alıyormuş gibi sigorta yatırma sahtekârlığı olmayacak burada. Ahmet ikna olmuştu ama iş değişikliğini fırsat bilip yine Bitlis’e gitmek istediğini söyledi. Yeni evlidir, idare ederiz diye sesimi çıkarmadım. Ahmet bu gidişinde bir hafta kaldı Bitlis’te. Toplam on gün yüz göz olduğu karısının alnını, çileli anasının ellerini, ölü babasının toprağını öpüp yola çıktı. O gün bugündür çalışır bizimle. Bana saygıda kusur etmez ama çok da yüz vermez. Kızgındır kandırıldığına. İte kaka bir buçuk ayı bitirdi. Bayrama bir hafta var şimdi. Heyecanlı tabi, memleketine gidecek. Utana sıkıla geldi yanıma. Bir şey söyleyecekmiş gibi oluyor: “Bugün düne göre iyi pide çıktı” , “İftara da az kaldı.” benzeri havadan muhabbetlerle asıl söylemek istediklerini kendine saklıyordu. Ne sakladığını az çok tahmin ediyordum.” Kaç gün tatil yapacak?”, “Maaşını bayramdan önce alabilecek mi?” Merak ediyor. Patrona sorarım senin durumu dedim. Anlaşıldığından memnun gülümsemesiyle kısık sesle: ”Sağ ol Hikmet Ağabey.” dedi. Patronun yanıma teftişe geldiği bir an güç bela açtım mevzuyu. Bizim Ahmet dedim, Bitlis’e gidecek ya, kaç gün izin vereceğiz? Patron aldırmaz göründü. Makinelerin etrafında gezindi. Tam ayrılacağı sırada: “Arefe sabahı gitsin, bayramdan sonraki ilk gün burada olsun.” dedi. Tamam dedim; ama ben Ahmet’e nasıl diyeyim kardeş sana dört gün izin verdi diye. İki günü yolda geçecek zaten. Ben ne yapayım. Emir kuluyum ben de. Patrona gitmeden benim izin mevzusunu açtım. Sen de kandilde git, bayramdan sonra da beş gün izin yaparsın. Bayramdan sonra işler biraz azalır, seni idare ederler dedi. Allah razı olsun patronumdan ki izni bol tuttu. Patron gider gitmez depoya girdim. Hanımı arayıp, müjdeyi verdim. Hanım pek sevindi, arkadan çocukların ince çığlıkları geliyordu. Şu dünyada eşi, çoluk çocuğu sevindirmekten güzel ne var be! Ne için çalışıyoruz unun kepeğin içinde? Gururluyum, Allah utandırmasın. Ahmet’e de çok izin verseydi patron! Ne söyleyeceğim çocuğa şimdi? Olsun ben işime bakayım. Ben ustabaşı Hikmet, ekmek yediğim yere ihanet etmem. Burası babamın yeri değil canım. Emir kuluyum. Ne söylenirse onu yapıyorum. Döndüm işimin başına. Üç kazana mayayı verdim. Üç kıza bayramlık lazım. Yola çıkacağız bilet almak lazım. Bir kız üniversitede ona da bayramlık para lazım. Kazanlar dönüyor, dakikaya hazır evelallah. Başım da dönüyor, acıkmadım vallahi. Bir sürahi su yeter iftara. Şu fırının sıcağında nasıl geçer Ramazan dedik ama rabbim veriyor kolaylığını. Sen yeter ki iyi niyetle davran!

-Ağabey konuştun mu, ne zaman yola çıkacağım ben?
-Allah iyiliğini versin be Ahmet!
-Ağabey kazan kendi kendine dönüyor, sen bakma boşuna. Dalarsın maazallah makine vicdansız.
-Hadi oradan hergele! Ustana ders verecek kadar piştin mi sen?
-Ağabey dersi sen ver, izin işi ne oldu sen ondan haber ver?
-Ahmetim konuştum patronla. Arefe çıksın, bayramdan sonraki ilk gün burada olsun dedi.
-Bayramdan sonraki ilk gün mü? Vay dünya yıkıla! Hiç gitmeyim.
-Vallahi Ahmet, patron böyle buyurdu. İstersen sen de git bir konuş. Sanmam ki caysın dediğinden.
-…
Döndü gitti. Akşam hanıma telefon açacak. Verecek müjdesi olmayacak garibimin. Adalet sağlamak senin işindi hani Hikmet Usta. Sen aradın sevindirdin hanımı, elin garibanı boynunu büktü gitti. İpler patronun elinde Hikmet Usta. Parası olanın keyfince adalet. Sen olmayan adaletin bekçisisin. Sen işine bak Hikmet Usta. Üç yüz lira fazla alıyorsun herkesten. Sesini soluğunu kes, mani olma evin rızkına anlık hışımlarla. Hadi kazanlar durdu, hamur hazır. Gönder bakalım. Haydi beyleeer! Son kazanlar geliyooor! Hay maşallah! Haydi bismillah! Elemanlarım son gayretleriyle koyuldular işe. Benim işim bitti Allaha şükür.