16 Haziran 2015 Salı

TEDİRGİN BİR MEMURUN PAZARTESİ SENDROMU



cemil aydın


Dedemden kalma çantamı özenle hazırlıyorum. Önce kaynak kitapları, sonra okuyacağım dergiyi ya da kitabı koyuyorum çantaya. Sonra tebeşir kalemimi, tozlanan ellerimi silmek için ıslak mendilimi.           - Tebeşirin çağ dışı etkisini, çağımızın basit ama mucizevî hijyen bezi ıslak mendille gidermem yaşadığım yıllar hakkında bundan yüz yıl sonrası için bir numune-i imtisal teşkil eder düşüncesindeyim.- Bu küçük çantamın derisi yılların zorlamasıyla çatlamış ancak hala direniyor, tutunuyor hayata. Bir memur emekli etmiş, üstüne bir de emekli ettiği memurun memur torununa yar olmuş ve bu yeni seferinde beşinci seneyi devirmişti. Az iş değildi bu.

Çantamı hazırladım mı ilk işim evin çöpünü kontrol etmektir. Önceden karım, ayakkabıların yanına koyardı çöpleri, unutmayayım diye. Birkaç kez çöpü almadan yola revan olunca karım karşı komşudan yediği paparanın etkisiyle taarruza geçmiş, biriken öfkesini gün boyu bağırarak, yaptığım her işte söylediğim her sözde kusur arayarak bu taarruzda zayiat vermemi sağlayacak kararlılığı göstermişti. Kusur aramanın, suçlamanın kendinde var olan öfkeyi gidermediğini söylesem yeni bir kavga seansının fitilini ateşleyeceğimden böyle bir hamleden vazgeçip mat olmadan günü geçirmek için oyalanmaya çalışırdım.

Şimdi artık iyi kötü bir alışkanlığım oldu. Evin çöpünü kendim çıkartabiliyorum. Adam olmaya başladım karıma kalırsa. Ne büyük iltifat! Kadınların kocalarına karşı bir anne tavrı geliştirmelerinin şefkatlerinden değil de – kendi kadınlık serüveninde erken bir rüştünü kanıtlama girişimi olduğu düşüncesindeyim. “Seni yetiştiren annen kusurlu. Eğer dediklerime harfiyen uyarsan ben bu kusurları en kısa sürede üstün bir başarı göstererek kapatacağım.” düşüncesiyle çıkılan yolda hatırı sayılır miktarda yol alan kocasına teşvik amaçlı söylenmiş bir iltifat: “Adam olmaya başladın!”

İşte evliliğin fonksiyonunu zedeleyen basit bir hamle hatası! Yine de hiçbir şeyin analizini yapmak içinde bulunulan halin ruh tahlilini yapmak hayatı daha yaşanılır kılmıyor benim için. Tüm bunları çokça düşünmek kendimi yormaktan başka neye yarayabilir?

Çöpümü aldığıma ve okul dönüşündeki muhtemel papara tehlikesini savuşturduğuma göre artık çıkabilirim. Önce ayakkabılarımı kontrol ediyorum. Boyası yerinde. Bağcıkları da sıkıca bağlayayım, sonra çocuklar dersin ortasında “Bağcığınız çözülmüş hocam.” deyip dikkatimi dağıtmasınlar.  Evet, işte şimdi çıkabilirim dışarı.

Şimdi tekrar düşünelim. Çantamda eksik var mı: Kaynak kitaplar, dergim, tebeşir kalemim. Islak mendil koydum mu ki? Yoksa ıslak mendil koymadım mı? Eyvah, işin yoksa dön şimdi. Hayır, dönsem vakit kaybolur. Okula geç kalırım. Törene yetişemezsem müdür hemen odaya çeker. İstiklal Marşı törenlerine azami dikkat gösteriyor. Karda kışta bile çocukları bahçeye çıkarttı, okulun içinde marşı bütünlük içerisinde söylemiyorlar diye. Zavallıcıklarla biz de çıkıyoruz mecburen dışarı, ne yaparsın? Çocuklar marş söylerken gökyüzüne tüten bir soba gibi dumanlar savruluyor. Müdür Bey de bunun farkında olacak ki nereden daha az duman yükselirse marşın söylenmediğini anlıyor ve başını o yana doğru çeviriyor. Bir anda baktığı yerdeki sınıfların olduğu yerden dumanlar yükselmeye başlıyor. Böyle bir adamın bulunacağı törene geç kalmak ne haddime! Bir çantayı açıp bakayım o zaman... Hah ıslak mendilim de burada. Çok güzel! Çöpleri de şu köşeye bıraktık mı kafam rahat artık! Çöpü de uzaktan atayım da sonra içinden kediler fırlıyor, korkuyorum. Sabah sabah moralimizi bozmaya gerek yok!  Gerçi konteynırın kapağı kapalı olsa yine işimiz var ya! Leş gibi kapağı tut, kaldır! İşin yoksa ıslak mendili çıkart çantadan! Sonra geç kalacağım törene! Dur bakalım göreceğiz şimdi. Sanırım kapağı açık! Evet, evet açık! Güzel şimdi kaldırımın başladığı yere kadar yaklaşayım yeter. Hah, fırlat şimdi! Oldu da bitti maşallah! Oh be!

Şimdi uygun adım marş marş! Törene geç kalmayalım! Geç kalırsam bu müdür geç kalan öğrencilerle birlikte bana da marş okutur sonra. Geçen bizim Fazıl Hoca’ya yaptığı neydi öyle. Tuttu adamı geç geldi diye beklettiği öğrencilerin başına aldı. Geç kalanların geç kalan hocası olarak marşı yönet bakalım, dedi. Hiç yakışır mı bir öğretmeni böyle rencide etmek bir müdüre canım. Disiplinin fazlası da sıkıyor adamı be! Farz-ı ayın mı canım. Hadi ille de farzsa farz-ı kifaye olsun. Birileri yapınca ötekilerin üstünden yükümlülük kalksın canım! Böyle gereksiz seremonilere gücümüzü sarf etmenin ne alemi var Allah aşkına!

Okula da yaklaştım. Kapının önünde hala öğrenciler dolaştığına göre müdür gelmemiş. Demek ki geç kalmadım. Güzel! Ama gevşemek yok yine hoca! Sonra nasıl olsa erken geldim diye gevşersin de marşı içeride dinlersin. Sonra kamerada eksikleri kontrol ederken müdür seni tören saati öğretmenler odasından çıkarken görür de bir şey derse tam enayilik yapmış olursun. Hayır, paparayı yiyeceksek hakkını verelim değil mi! Geç kalmayıp okula geleceksin ama dalıp tatlı hülyalara tören alanına çıkmayı unutacaksın. İşte bu enayiliktir!

Çantamı içeri bırakıp hemen tören alanına çıktım. Tedbiri elden bırakmamakta fayda var. Sağa sola dağılan öğrencileri sıraya sokayım da biraz vakit geçsin! Geç oğlum sırana, geç! Geçer misin sırana kızım? Hadi oyalanma artık! Ne o esniyorsun, uyanamadın herhalde hala! Hadi koş, koş!

Herkes tören alanında yerini aldı. Müdür mikrofonu istemedi. Beden Eğitimi Öğretmeni “Rahat, Hazır ol, Dikkat!” üçlüsünden oluşan komutlarını verdi. Müzik öğretmeni ince sesiyle: “Ses veriyorum. Koorkmaa! Hazır üç dört!”

“Koorkmaa söönmeez buu şafaaaak
  Laardaa yüüzeen al sancaaaak…”

-Islak mendil koydum mu ki?


14 Haziran 2015 Pazar

KABİR ZİYARETİ



cemil aydın


Ölümünün bıraktığı boşluk bu. Boşluğu doldurmaya çalışırken söylediğim her şey hayaline bulanıyor. Kursağında kalmış niyetlerin hepsi benim hırsımla bütünleşip idealim oluyor. Yarım kalmışlılığıyla bir yarımı tamamlayabilir mi insan?

Böyle böyle eksildim işte. Birileri öldü ve etrafımdaki boşluk genişledi, derinleşti. Ve sen öldün.

Ölümünün bıraktığı boşluk bu.  Tutunmaya çalışacağım yine. Her günkü gibi olsun günlerim, diyeceğim. Nefsime çalışmayacağım. Eşim için, çoluğum çocuğum için didineceğim. “El âlem ne der sonra.” kaygısını mezara dek sürdüreceğim. Kefeninin parasını ayırman, kimin seni toprağa koyacağını belirlemen, mertekleri kimin yerleştireceğini söylemen, toprak atıldıktan sonra suyu hangi torununun dökeceğini tembihlemen, mezar taşında neler yazması gerektiğini belirlemen  “El âlem ne der?” kaygısından değil mi? Ölümünün kusursuzluğu bundan değil mi?


Güneşli bir nisan sabahıydı. Camlara doğru eğilen fındıkların gölgesi yerdeki minderlere vurmuştu.  Arkada hurma ağacının üzerinde serçeler şen şakrak ötüşüyordu. Sen her daim pencerenin dibinde duran takvimini alıp inceliyordun. Önce ön yüzündeki hadis-i şerifi yavaş yavaş, tekrar tekrar; başını sallayarak, iç çekerek okudun. Sonra Arabî aylardan hangisinde olduğumuza baktın, ezan vakitlerine baktıktan sonra bir zaman köstekli saatine daldın. Zamanı kavradıktan sonra takvimin arka yüzünü çevirip okumaya başladın. Sonra başındaki takkeyi kafanın yukarısına doğru sıyırıp saçlarının arasını kaşıdın, takkeni düzeltip hafifçe gerindin ve gerinmeyle birlikte gelen esnemeyi kelime-i tevhitle savuşturmaya çalıştın. Gözlerin hafifçe sulandı. Üzerindeki kıyafetlere baktın bir zaman. Uzun uzun inceledin hastaneden verilen mavi pijama takımını. Sonra uyandığında ayakucuna doğru sıyırdığın yorganı üstüne doğru çektin. Büzülen yorganın arasına karışan tespihini gördün. Kaldığın yeri kaybetmemek için işaretlediğin çengelli iğneyi çıkarıp camın önündeki takvimin üzerine bıraktın ve dudakların kıpırdamaya başladı. Şahadete benzer bir kıpırtı dolanıyordu dudaklarının arasında. O an gözlerim cama doğru kaydı. Uzaklara doğru baktım. Yolun karşısındaki tepede dozerler yolu genişletmek için çalışıyordu. Kepçenin çalışmasını bitirdiği yerde eski bir dut ağacının kökleri belirmişti. Daha yukarıda belki birkaç gün sonra kökleri gözüken dut ağacıyla birlikte yerinden edilecek nerden baksan elli yıllık bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacının daha da yukarısında mezarlık yolu. Sen o yolu sık sık hatırlatırdın bize. O anda yine anlatırsın diye aklımdan geçirmiştim.

Sana baktım tekrar. Duaya kaldırdığın ellerin titriyordu. Derken sağ elinde sıkıca tuttuğun tespihin düştü sonra sol elin ipi kopmuş bir uçurtma kayıtsızlığıyla... Gülümsüyordun. Mutlak sonun geldiği, düşümüzde bile bizi ürperten, korkutan sonda gülümsedin. Omuzlarını silktin. Gözlerin soluklaştı ve perde çekildi.


Tembihlediğin gibi yaptım. Beni şu ahret tepesinde yalnız komayın, dedin. Geldim. Geldiğinizde biraz oturun, hemen kalkmayın, dedin. Oturdum bir süre. Ama daha fazla oturmamalı. Gün akşama dönüyor. Çobanlar tarlalardan dönüyor, traktörler römorklarında tomrukları sürüklüyor.  Az ileride bir kadın bir mezarın başında durmuş beni seyrediyor. Şüphe çekmemek gerek. Sonra el âlem ne der?


8 Haziran 2015 Pazartesi

DUYARSIZLIK



Metrobüsün kalabalığı arttıkça insanlardaki homurtu da artıyor. Herkes fazlasıyla gergin. Herkes, herkesten nefret ediyor ama hiç kimse nefretini açığa vuracak kadar sahici değil. Kimileri akıllı telefonlarında sıkıldıklarını hissettikleri anda oynadıkları oyunlarını açmışlar. Kimileri aslında hiç konuşası olmadığı halde günlük hayatın hay huyunda aramayı aklına getirmediği dostlarını aramanın ve onlarla olabildiğince uzun muhabbet etmenin peşinde. Kimileri sinsice etrafta olan biteni izliyor, kimisi gözlerini sabit bir noktaya dikmiş; umarsız, kibirli bir tavırla içinde bulunduğu ortamın istemsizce parçası olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Bense sırf montumun cebine sığıyor diye okumak için kütüphanemden aldığım bir öykü antolojisinin sayfaları arasında gezdiriyorum gözlerimi. Gözlerim yorulduğunda etrafı gözlemliyorum. Camdan dışarı doğru şehre bakıp hafifçe kararan gözlerimi kendine getirmeye çalışıyorum. Beni bunaltan alışveriş merkezlerini, mantar gibi türeyen çok katlı siteleri, billboardları, duraklarda bekleyen insanları seyretmekten bunalıp sığındığım kitaptan kafamı kaldırıp benzer manzaraları seyrederek kendime gelmeye çalışıyorum. İşte bu ve buna benzer çıkmazlarımı düşünüyorum, dalıp gidiyorum zeminsiz ve zamansız bir uzamda yol alıyorum. Düşünceden düşünceye sıçrıyorum ve bir anda etrafta duyduğum önemsiz bir ses beni benden koparıyor ve kendimi yüksekçe bir yerden metrobüse sertçe düşmüş gibi buluyorum. İşte tam o an dalıp gittiğim o zeminsiz ve zamansız uzamdan hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki saatlerimi harcamışçasına kafamı uyuşturan bu düşünceler neydi? Gerçekten aklıma üşüşmüş müydü bu düşünceler? Kendime kendimi kanıtlamaya çalışıyorum. “Evet, şu an hatırlayamadığın ama kafanı uyuşturan ve sert düşüşün etkisinden sonra kolundaki saate bakarak kavrayabildiğin sekiz dakikalık sürede sen içinde bulunduğun metrobüste olan biten hiçbir şeyi duymadın. Durup kalktığımız durakları fark etmedin. İşaret parmağın kitabın hala aynı sayfasında duruyor. Unutmuş olman bir şeyi değiştirmez.”

Gözlüklerimi çıkartıyorum ve gözlük mendilimi aramaya koyuluyorum. Gözlük kullanmadığım çocukluk zamanlarımda gözlük kullanan kişinin gözlüksüz hiçbir şey görmediğini düşünürdüm. Bu düşüncemi perçinleyen gözlüğü çıkaran kişinin yakındaki bir kişiye ya da nesneye uzakta bir yere bakar gibi bakmasıydı. İstemeden de olsa utanır ve çekinirdim gözlüklerini çıkardıklarında. Ben de çocukluğumda yaşadığım bu utancı başkalarına yaşatmamak için gözlüklerimi çıkartıp başımı eğiyorum ve gözlüklerimi dünyayı daha iyi görebileceğim parlaklığa getiresiye kadar özenle, bastıra bastıra temizliyorum. Malum temizlik işi bitince gözlüklerimi takıp başımı kaldırıyor ve etrafa artık daha güvenle bakıyorum. Gözlük silme taktiğimin bu incelikli aşamalarının gereksiz bir oyun olduğunu düşünmüyor değilim. Sözgelimi burnunu silenlerde de benzer bir taktik söz konusu. Burnu akan kişi kendisine bakanlara sırtını döver, mümkünse yüzünü duvara döner ve burnunu temizledikten sonra göstermek istediği yalan gülümsemesini kondurduğu yüzüyle bize bakar. Oysa burun silme aşamasındaki tüm bu aşamaları olağan, sıradan bir işlem gibi görse daha iz ilgi çeker ve kendini daha rahat hissederdi. Hatırlıyorum da sınıf öğretmenim de burnunu silmek için benim oturduğum arka sıralara doğru yanaşır göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede cebinden mendilini çıkarıp burnunu silerdi. Belki de şu an gözlüklerimi memnu bir fiili yerine getiriyormuşçasına silmemde öğretmenimin de etkisi var. Kim bilir? Belki de düşüncelerimin hızına hükmedemediğimden aklıma gelen bin bir türlü olaydan biri olan öğretmenimin burnunu silme hikâyesi hiç lüzumsuz bir anda aklıma geldi ve aklım basit bir kurguyla bu olayları birbirine yamadı ve değiştirilemeyecek bir gerçek olarak zihnimde bu düşünceyi dondurdu.

Gözlüklerimi yeniden taktıktan sonra gözlerimi tekrar kitaba yöneltiyorum. Metrobüsün hafif sarsıntısı ve virajlardaki savruluşu nedeniyle biraz güçlük çeksem de nedensiz bir inatla devam ediyorum okumaya. Bu hengâmede, bu tazyikli kalabalıkta inatla kitap okuyuşumun duyarsızlıkta ısrarcılık olduğuna dair inancım aklımı toparlamamı engelliyor. Zihnim dağılsa da öykücünün sunduğu dünya en son okuduğum yerdeki canlılığını korumuş ve zihnime resmini nakşetmeye devam ediyordu.  Ne olursa olsun bu resim tamamlanmalıydı. Metrobüsün boş olması, oturduğum boş yeri bulmam benim oluşturduğum şartların neticesinde gerçekleşmedi. Sırası gelen metrobüs yola çıktı ve ben bulunduğum duraktan metrobüse bindiğimde karşıma çıkan ilk boş koltuğa oturdum. Şimdi de elime kitabımı almış okuyorum. Bunun hiçbir yerinde duyarsızlık namına bir şey bulmak mümkün değil. Hem kitabımı okumasam, başımı kaldırsam ne duyacağım ki? Kim bir bakışıyla beni saracak, kim gülümseyecek sahici gözleriyle yüzüme bakıp? Var olduğuna bile kendini ikna edemeyecek şu kalabalık bana varoluşumu nasıl hissettirebilir?

En iyisi başımı kaldırmayıp zor da olsa öykücünün resmini yapmasına izin vermek. Belki de bana içinde var olduğumu duyumsamaya çalıştığım dünyanın gösteremediği bir yerden, ya da kaderin karşılaşmama müsaade etmediği, şu anda okuyacağım hikâyeyle karşılaşmasam belki de ömrümün sonuna kadar müsaade etmeyeceği birinden bahsedecek. Bu imkâna aldırmamak, elimdeki kitabı kapatmak… Asıl duyarsızlık bu olur.



3 Haziran 2015 Çarşamba

EZAN OKUNUYOR, TELEVİZYONUN SESİNİ KIS!



cemil aydın


Cuma salasını duydu. Televizyonun sesini kıstı. Görüntü yetmedi, biraz açtı sesini. Sesi net duyunca gönlü rahatlamadı. Sesini biraz daha kıstı. Televizyona yaklaştı. Kulağının biri salada, biri giyim alışverişindeki kadındaydı. Ne güzel dükkânlarda geziyorlar, diye geçirdi içinden. İnternette saatlerce incelediği sitelerin mağazaları sıra sıra dizilmişti. Yaşadığı yerden biraz daha nefret etti. Kocasının zorunlu görevinin bitmesine bir sene iki ay kaldığını hesap etti zihninden. Daha çok vardı. Çekecekti bu köy gibi şehrin kahrını. İki kulağı bir olup müezzini dinledi bir an. Müezzin içli içli okuyordu ezanı. Televizyonun sesini biraz daha kıstı. Bir türlü reklama girmedi ki abdest alayım, diye düşündü. Saate baktı. Çocukların gelmesine daha vardı. Bunun farkına varınca rahatladı. Kadın çok güzel bir ayakkabı deniyordu. Ama seçeceği kıyafete de uymalıydı ayakkabı. Denediği kıyafetleri geçirdi aklından.  Turuncu renkli elbiseyi alsa daha iyi olur, diye düşündü. Tekrar salaya dikkat kesildi. Es-selatüvesselamüaleyk, dedi müezzin. Acaba anlamı ne ki bu söylediğinin dedi. Bilmediği için utanç duydu. Korktu. Kısık bir sesle Tövbe estağfurullah, dedi.  Salât namaz demek. Vesselamü selam ederim gibi bir şey olsa. Aleyk ne ki? Aleykümselam diyorlar ya. Sana da selam olsun demek herhalde aleykümselam.  Sana da selam ederim namaz mı yani anlamı. Zannetmem. Şu bir reklama girsin de internetten bakarım. Bak hala ne diyorsun Nermin, abdest alacaksın. Cuma bugün Cuma. İnternetle şunla bunla işin yok. Yasin okuyacaksın, tebareke okuyacaksın ölmüşlerine. Bak yine başladım kendi kendime konuşmaya. Kendinle konuşmayı bırak artık. Bak hala kendimle konuşuyorum. Tamam, tamam şu an kendimle konuşmayı bıraktım.

Dalıp gitmişken düşüncelere salanın bittiğini fark etti. Televizyonun sesini açtı. Rahatlamıştı. Kadın alışverişini tamamlamış sokakta gördüğü her insana pervasızca kuaför olup olmadığını soruyordu. Saçını yaptıramayacak, dedi. Vakti çok azaldı. Bu yağlı, bakımsız saçlara bu vakit yetmez. Gözü saate takıldı. Abdest almadığı tekrar aklına geldi. Kuaför işi bitmeden abdesti aradan çıkartayım bari diyerek lavabonun yolunu tuttu. Hızlıca abdestini aldı. Havlu kirlenmişti. Havluyu değiştirmek gerekiyordu. Çamaşırları yıkamak için saati 10’a kurmuş ama kalkamamıştı. Kalktığında program başladığından planını ertelemişti. Yine her şey birbirine girecek, dedi.  Banyodaki kirli sepetini boşalttı. Sepetteki çamaşırlardan beyaz olanları ayırdı. Çok fazla çamaşır birikmemişti ama kullanacak havlu da kalmamıştı, mecbur makineyi çalıştıracaktı. Bari misafir nevresimlerini atayım makineye de boşa elektrik yakmayayım dedi. Yatak odasına gitti. Gardırobu açtı, özenle katlayıp yerleştirdiği çarşafları aldı. Kimsenin gelip gittiği de yok, bunlar için yiyip bitiriyoruz kendimizi genç kızlığımızda, dedi. Yıkamayıp bir köşeye bıraksan sararıp solacaklar. Eee, beyaz güzel renk ama bakmak da ayrı bir dert. Uğraş dur işte şimdi kullanmadığın çarşaflarla, diye söylenerek çarşafları makineye attı. Makine çalışmaya başladığında tezgâhta kahvaltıdan kalan bulaşıkları gördü. Keşke kahvaltı biter bitmez üşenmeyip yıkasaydım şunları, dedi. Şimdi başıma bela olacak Cuma vakti. Allah kahretsin, tövbe yarabbi, hiçbir şeyi yetiştiremiyorum ya! Bulaşıkları güzelce yıkadı. Tezgâhı özenle sildi. Çaydanlıklara kireç çözücüyü döküp bekletti. Şu Terkos suyu mahvediyor çaydanlıklarımı, dedi.  Bu sırada bulaşıklıktaki kurumuş tabakları, bardakları raflara yerleştirdi. Çay bardaklarını yerleştirirken bardakların yerini değiştirsem mi diye aklından geçirdi. Sonra kendine kızarak: “Şimdi sırası mı mutfak kombini yapmanın canım Cuma vakti.” dedi tövbeler ederek. Derken öğlen ezanı okunmaya başladı. Hemen çaydanlığı duruladı, ellerini bulaşık önlüğüne silip, önlüğünü çıkarttı. İçeri girdi. Önce saate baktı. Evet, okunan öğlen ezanıydı. Sonra televizyona baktı. Evet, kız saçlarını doğru dürüst yaptıramadan stüdyoya gelmişti. Aval aval dükkânlara bakacağına zamanında yetiştireydin işlerini, dedi. Kulağı tekrar ezanı duydu. Bak şu şeytana hala benle uğraşıyor, getirdi beni şu meretin başına oyalıyor. Allah’ım sen bilirsin, ne olacak benim şu halim, dedi. Hemen odasına geçti. Pantolonunu, gömleğini çıkardı. Siyah uzun robadan elbisesini giydi, üstüne siyah ince bir yelek aldı. Aynaya baktı. Güzel göründüğünü düşündü. Biraz daha yaklaştı aynaya, arkasını döndü. Kocası geldi aklına. Uzun uzun aynanın karşısında oylandığını gördüğünde sarılırdı ilk zamanlar. Şimdi yemeğini yiyor, televizyonun karşısında uyuyakalıyor. Haftanın bir günü doğru dürüst birbirimizi görüyoruz, onda da gezmeye çıkıyoruz ve hep bir yerlere yetişme telaşesinden, otoparkta yer bulabilme telaşesinden, nerede yemek yiyeceğimize karar verme telaşesinden, fotoğraf çekinme telaşesinden, eve erken dönme telaşesinden birbirimizin yüzüne bakamıyoruz. Bugün de toplantısı var. Yine geç gelecek. Ne yapsın o da, bak güzel bir ev almış, arabası var, naziktir, huyu güzeldir. En önemlisi inançlıdır. Namazını kılar, yardımını yapar. Hem varlıklı, hem inançlı bir kocam var. Gönlümü yapmaya çalışıyor ama vakti yok ne yapsın.

Zil çaldı. İrkildi. Hemen üstünü başını düzeltti. Başına bir tülbent geçirip kapı deliğinden baktı. Gelen Gülsüm’dü. Karşı komşu. Kapıyı açtı. “Terliklerini görünce, uyuya mı kaldı acaba, dedim kendi kendime. Ziline basayım da bir yoklayayım, dedim. Hayırdır geç mi kalktın?” Başım ağrıyordu, bütün gece uyuyamadım, anca toparladım kendimi, evimi .Bekle Yasin’imi alayım da geleyim. Odaya geçti. Televizyona takıldı gözleri. Kız toplamda 12 puan almıştı. Yeter sana, çok bile almışsın dedi. Kitaplıktan Yasin’i aldı. Televizyonu kapattı. Çıktı.
Gülsümle girdiler alt kattaki Halime Teyze’nin evine. Kapıyı açtı Halime Teyze. Nerede kaldınız, dedi. Herkes geldi. Kusura bakma dedi, Gülsüm. Ancak yetiştirebildik işleri. Hemen içeri geçtiler. Yerlerine oturdular. Gülsüm Yasin suresinin olduğu sayfayı açtı. Benim sesim iyi değil sen oku, dedi. Nermin geç kaldıkları için kendini suçlu hissettiğinden Gülsüm’ü reddedemedi. Açtı Yasin suresinin olduğu sayfayı. Başını kaldırıp herkesin hazır olup olmadığına baktı. Bir an gözü televizyona takıldı. Yaşlı ve aşırı süslü bir kadın belli ki muhallebi yapıyordu. Bu da nesiydi? Hemen müdahale ederek: “Cuma vakti televizyon niye açık canım.” dedi. Halime Teyze kalktı, kumandayı aldı televizyonun yanından. Kusura bakmayın hoca hanım, dedi. Sesi kısıktı ya, unutuvermişim. Nermin oralı olmadı. Gözünü Yasin süresine indirdi. Okumaya başladı:


“Yâsin. Ve’l kuran’il hakim.İnneke leminel mürselin.Ala sıratim müstakim.”

2 Haziran 2015 Salı

UZAK AKDENİZ AĞITI



cemil aydın

                                                              
Denizi bırakıp geldi
Ağlarını öremeden teknesini boyayamadan
Kışın o buz mavisinde Akdeniz’in
Hayallere dalamadan geldi
Kış da vardı oysa burada
Burada resmi taşların yükseldiği denizsiz bir kentte
Hayaller de vardı
Bir istavritin dönenip durması gibi ağlarda
Çırpınan gerçeğin koynunda ve
Ölen, denizsiz bir kente gömülen

Köyünü bırakıp geldi
Avuçlarındaki yosun kokusu
Muavinin tütün kolonyasına karıştı
Midesinde hüzünle hazmettiği lakerda
Gözlerinin çanağında kan kırmızı şarap

Gözlerini bırakıp geldi
Akdeniz’in tuzuna belenmiş yaşlarını
Vatansız bir otobüsün koltuğunda
Oralı olmadı şoför ve yetiştirdi
Ömrünün bereketini kaçırmadan
Bol çığlıklı bir otogar durağına
Bir çığlık da o ekledi


Ey Ankara, kuruttun Akdeniz'imi!