27 Kasım 2013 Çarşamba

AŞKTAN GEÇEN YOLUN ÖYKÜSÜ



cemil aydın


Şehir git gide ufalıyordu.

Uludağ’ın etekleri lodosla uçuşuyor,bir o yana bir bu yana sallanıyorduk kesik kesik öksüren arabamızda.Çam ağaçlarının,meşe ağaçlarının,kestane ağaçlarının iç içe girdiği bir ormanın içinde uzayan bir yola uzattık düşlerimizi.Sahibinden satılık başıboş tarlalarda biten ısırganlar,karamuklar;bu sıkı fıkı otların arasında gezineceğini düşündüğüm yılanlar,kertenkeleler yollara dökülüyordu.Yılanı görmüştü Nihan,çığlığı basmıştı.Silkinip ona döndüm.İşaret parmağını göğsüne bitiştirmiş,sırtınıysa benim göğsüme. “Bak,orada.” dedi.Omzunu ovaladım.Gülümsedim. O da gülümsedi.Biraz daha bıraktı kendini bana.”En basitinden en karmaşığına kadar tüm korkuları yok eden gülümsemeni seviyorum,buna ömrüm boyunca  muhtacım.” Daha sıkı sardım onu.Ellerim onun ömrünün tamamına dokunmak ister gibi tüm vücudunda geziniyor,zamanın durağan olmadığını ispat edercesine bedeninin tüm kıvrımlarına sığınıyordum.
Zaman derinleşiyordu.
 Ben hiç bitmeyecekmiş zannettiğim,ömrüm boyunca unutamayacağımı düşündüğüm bir ana gömülüyordum.Geçmişte yaşadığım iyi kötü her şey,içinde bulunduğum ana üşüşüyor,tüm uysallığıyla diz kırıp bu anla bütünleşiyordu. An bir ırmak gibi kıpırtısız akıyordu bedenimde. Gelecek şekilsiz bir denizdi.Mutluydum ve bu yüzden susuyordum.
 Yol git gide daralıyordu.
Çakıl taşlarına boğulmuş yolların yanında artık kerpiç evler vardı.Damı ve evi ayırt edilemeyecek kadar sade bir evi arkada bıraktıktan sonra,bir çeşme karşıladı bizi.”Duralım mı,dağ suyu içelim gelmişken.” Ellerimi ömrünün tamamına dokunamadan çektim.Arabadan indik.Taksi şoförü sigarasını yaktı.Birkaç çocuk taksinin başına üşüştü. İki elinin arasında seyrediyorlardı taksiyi.Ben de küçükken yumruk yaptığım ellerimi gözüme dayar,parmaklarımla avcumuna arasındaki boşluktan ağaçları ve gökyüzünü seyreder,büyüyünce avlayacağım kuşların yuvalarını gözlerdim.Çocuklar gökyüzünü seyrediyorlar mı hala? Bilmiyordum ve bunu öğrenmeye takatim yoktu.
Nihan çeşmenin başında bekliyordu.Çeşme nezle olmuş,hapşırır gibi akıtıyordu suyunu.Köyün  genç kızları ;plastik mavi bidonları,çinko kazanları,teneke ibrikleri ince parmaklarına sıkıştırmış bekliyorlardı çeşmenin başında.Sıranın en önünde bulunan nergisli yazması başının yarısına kadar açılmış,güllü eteğinin altından kiraz işlemeli yün çorabı gözüken kızıl saçlı kıza hafif bir sesle: “Su içebilir miyiz?” dedim.Birkaç saniye beni süzdükten sonra ibriğini çeşmenin kenarına kaydırdı,ani bir hareketle sırtını döndü. Müsade etmişti. Nihan ürkekliğini bana bırakarak çeşmeye yaklaştı. Ağzını musluğa yaklaştırdı.İlk başta suyu içemedi. Çeşme sertçe hapşırdı Nihan’ın yüzüne.Avucuna beklediği sular yüzünden süzüldükten sonra düştü avucuna.Su kendisini temizliyordu Nihan’ın yüzünde.Suyun berraklığıyla Nihan’ın berraklığını ayırt edemiyordum.Nihan bir göl sakinliğiyle tekrar musluğa yaklaştı. Avucuna suyu doldurup geri çekildi. Çeşmeden ayrılmasıyla kızıl saçlının ibriğini kapması bir oldu.Az önce fark edemediğim altınları bileklerine döküldü.Sırada fısıldaşmalar arttı,gülüşmeler başladı.Arabaya yöneldiğimizi gören taksici sigarasını söndürdü.Çeşme başında bekleyen kızlar gözlerinin ucuyla bizi seyrediyor olmalıydılar.
Yol bir yere varamamanın tedirginliğiyle uzuyordu.
Ben yolun darlığından ve uzunluğundan soyutlanmış bir alemdeydim. Tüm istikametlerin odağında Nihan vardı. Nihan bu alemin merkeziydi. Bu alemden çıkıp hayata döndüğümde trafik çizgilerinde,kirlenmiş camlarda Nihan’ı görüyor, iğde kokularında Nihan’ın kokusunu buluyordum.
Aylak bulutlar bir araya gelmiş,yüklerini boşaltıyorlardı.Yağmur başlamıştı.Yağmur yağdığında Nihan’ın çimen yeşili gözleri daha bir parladı. Nihan, o yeşil cenneti kapatmış,daldığı alemin esrikliğiyle dudaklarını kıpırdatıyordu. Manzara değişiyor,hava değişiyor,sözler değişiyor,biz değişiyorduk. Baki kalan Nihan’ın güzelliğiydi. Onun güzelliğine yol oluyordu şiirler,öyküler. O güzelliği çokça görmek için uzuyordu şiirler,o güzelliği çokça görmek için uzuyordu öyküler.
Yolun sonu görünüyordu.
Taksici bir an önce bu dağ başından kurtulmak için hızlanıyordu. Görüntüler bir korku filminin fragmanı gibi hızlıca gürültüyle geçiyordu. Yağ tenekelerine dikilmiş menekşeler, ay çiçekleri, şemsiyeler, yol çizgileri, su damlaları,acı bir fren sesi, Nihan’ın savrulan saçları,taksicinin yüzünü kapatan elleri,uçurum,ısırganlar, kızıl saçlı kız,çeşme, yağmur,şiirler…
Yol bitmişti.
Öykü bitmişti.Şiir bitmişti.
Yağmurlu bir günde
En güzel şiir olacak ölümün
Okuyamayacağım sevgilim.

23 Kasım 2013 Cumartesi

BOZUĞUN VAR MI SEVGİLİ OKUR?



cemil aydın


Son yıllarda MEB’in uygulamaya çabaladığı bir proje var: Okullar Yazarlarla Buluşuyor. Bu proje kapsamında görev yaptığım okula Ali Erkan Kavaklı adlı bir yazar geldi. Kendisini tanımıyordum. Diğer öğretmen arkadaşlar da tanımıyordu ve doğal olarak öğrenciler de. Bunun üzerine okul müdürü yazar hakkında bilgi edinmemizi ve programa katılacak öğrencilere bu bilgileri aktarmamızı istedi. Biz de alelacele hakkında bilgi topladık. Acele etmekte haklıydık! Koskoca Ali Erkan Kavaklı bir gün sonra okulumuzu şereflendirecek! Tabii olarak öğrencilerimize yazarımızı tanıttık. Hazırlıklarımızı tamamladık.

Gün bitti. Yazarımız Ali Erkan Kavaklı saat 10.00 sularında gelecekti. Tüm Türkçe öğretmenleri derslerinden çıkarıldı. Ali Erkan Kavaklı gelecek ya, herkes hazır bir vaziyette beklemeliydi. Çiçekler hazırdı ve çiçekleri takdim edecek öğrenciler heykel donukluğuyla bekliyorlardı ismini bir gün önce öğrendikleri yazarı.

Bir buçuk saatlik gecikmeyle yazarımız resmi araçla okula giriş yaptı. Bizleri tek tek selamladı, tokalaştı.

Salonda hazırlıklarımız tamamlanmıştı. Yazarımız ve proje tanıtılıp, organizasyonun düzenlenmesinde emeği geçen İlim Yayma Cemiyeti’ne teşekkür edildikten sonra yazarımız programına başladı. Yazarımızı 1500 küsur seminer düzenlediğini söyledi, eserlerini uzunca tanıttı. Her türde eseri vardı. Çoğu kişisel gelişim kitabı olmak üzere, roman,hikaye,deneme türünde birçok türde eser verdiğini belirtti. Bir ara çok satıldığı için polisiye roman da yazdığını söyledi. Sonra öğrencileri çok fazla sayıda soru çözmeleri için motive etmeye çalıştı. Çeşitli konularda test çözme sözü veren öğrencilere kendini alkışlattırdı. Programın sunumu böylece bitti.

Sıra Kavaklı’nın kitaplarını imzalama törenine gelmişti. Kitapların fiyatı 5 TL’den başlıyordu. Öğrencilerin çoğunun yanında para yoktu. Parası olan üç beş öğrenci masaya yaklaştı. Bir öğrenci bir kitap seçip, yazara imzalaması için uzattı. Yazar kitabı imzaladı ve öğrenciye uzattı. Öğrenci de kitabın parasını utana sıkıla masaya bıraktı. Yazarımız parayı alıp kenara koydu. Para üstü vermesi gerekiyordu. Cebini yokladı, bozuğu yoktu. Gözleri yardımcısını aradı. O da ortalıkta yoktu. Daha sonra para üstünün verileceği söylenerek öğrenci uzaklaştırıldı. Üç beş öğrenci daha kitaplarını imzalattıktan sonra öğrenciler salonu boşalttı.

Bir öğretmen arkadaşımız yazarımızdan kütüphaneye bağışlaması için kitap istedi. Ancak yazarımız bu teklifi reddederek kitapları ancak indirimli verebileceğini söyledi. Biraz daha ısrar üzerine kitaplardan çok fazla gelir elde edemediğini ve yaza oğlanı evlendireceğini söyledi. Hepimiz hayretle birbirimize baktık. Yazarın bu tavrı üzerine müdürümüz ortamı yumuşatmak maksadıyla parasının karşılanması taahhüdüyle yazardan tüm kitaplarını imzalamasını istedi. Buna çok sevinen yazarımız salonda olmayıp arabanın bagajında olan diğer kitapların da getirilmesini istedi. Kitaplar geldi, tek tek imzalandı. Okul sitesine konması düşünülerek birkaç hatıra fotoğrafı çektirildi ve program sona erdi.

Organizasyonu düzenleyen İlim Yayma Cemiyeti’ne ve proje çalışmaları için MEB’e teşekkür ederiz.

İlim yayıldı, eğitimin ışığı aydınlattı okulumuzu.

Sayenizde yaza oğlanı evlendirecek Ali Erkan Kavaklı.
(Bu yazı Yordam Dergisi'nin 17.sayısında yayınlanmıştır.)

22 Kasım 2013 Cuma

AYAZ YEMİŞ HATIRALAR



cemil aydın


ıslak çoraplarımın içindeki ayaklarımı
buz tutan bıyıklarımı
şubat ayazını anlatıyorum şimdi


babamı arıyorum saçak altlarında
bekler gibiydi buralarda ölümünü
kardan kaçıp karı seyretmek gibiydi ölüm
kaçışanları seyrediyordum


geçmişini yad eder gibi mahalle kahvelerinde
sessizce oturup soba kenarında
çıtırdayan odunların sesine kulak verip
ısınmayı severek,eldivenlerimi kurutmayı
ayaklarımı dayamayı teneke sobalara
şükretmeyi severek şükretmeyi
üşüyenlere yardım dilemeyi anlatıyorum
Allah'ı çokça,faniliğimi
soğuk savaşları,mülteciliğimi
buz tutmuş hafızam çözülüyor,dilim
aklıma geldikçe anlatıyorum
harabe medreseleri,kiliseleri,mezarları
dedektörleri dolayısıyla defineleri
terk edilmiş köyleri,mayınları
yine dalıp gidiyorum dağların çağrısına
mağaraların karanlığı diyorum
aklımıza benzemiyor mu?


şubat ayazı diyorum
dar sokaklar,kaygan yollar
yarasaların körlüğü,akbabaların pususu
ateşin ululandığı bir mevsimi yaşıyorum


gittikçe evlere gömülüyor şehir
insansızlığımıza müptela kederi sırtlayıp
isyanımızı biliyoruz okkalı küfürlerle
insan kendine gömülüyormuş
gözlerinden okuyorum ölümünü


bileniyorum bırakılmışlığımıza dünyada
ağlamaklı oluyorum hatırlarken
-şiir gibi yaşıyorum-
"bahşedilmenin muhatabı olmak" diyorsun
bileniyorum mesai saatlerine, boş vaatlere
bileniyorum rivayet sayılan yaşanmışlığımıza

şubat ayazını anlatıyorum
kendimi,babamı,uzağı yakın eden yolları
yani türküleri,hüzünlerimizi

uykum heveslerim gibi yarım

(Bu şiir Alfabe Fanzin'in Kasım 2013 sayısında yayınlanmıştır)


14 Kasım 2013 Perşembe

BİR KEZ YAŞAMAK ÜZERİNE


cemil aydın
Zaman geçtikçe insan edindiği bilgilerle, gözlemleriyle, tecrübeleriyle karakterini oluşturuyor.
Bu aşamada toplumsal etkileşim büyük önem kazanıyor. İslamiyet inancının da toplumsal hayatı önemsediğini, bu öğüdü atalarımızın yaşamlarına sirayet ettirdiğini söylemek yanlış olmaz. İslamiyet inancında insanlar eşittir. Eşitlik Allah’a kul olmaktan gelir. Canı, rızkı temin eden Allah katında kullar doğruluğu, güzelliği yaşamak ve yaymakla mesuldür. “Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimetiyle kardeşler olmuştunuz.(Al-i İmran–103.)” ayeti İslamiyet’i yaşamak ön koşuluyla huzurlu bir toplumun işaretlerini bize gösteriyor.


Yine İslamiyet inancında sonsuz ahiret hayatına iman olduğundan, müslüman dünyaya bel bağlamaz. Bu hayat onun için malum tabirle imtihandır. “İnkâr edenlere, dünya hayatı süslü gösterildi. İman edenlerle alay ediyorlar. Oysa kıyamet gününde Allah’tan korkanlar onlardan üstündürler. Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.(Bakara–212.) ayetinde dünya malına bağlılığın hüsranı getireceği açıkça görülüyor.


Toplumsal güveni, toplumsal adaleti sağlamanın ön koşulu Allah’a kulluğun bilincinde olmak ve dünya hayatının geçiciliğine inanmaktır.

Peki, dünyanın geçiciliğinin farkında olan herkes aynı şekilde mi davranıyor? “Bir daha mı gelecez dünyaya!” sözünün şeytani fısıltısına gönlünü kaptıranlarımız yok mu?

Tarık Buğra’nın “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” düşüncesiyle hareket eden kimliksiz insanları sergilediği, Kurtuluş Mücadelesi’ni anlattığı eşsiz romanı Firavun İmanı’nda bir defa yaşamak üzerine yazılanlar oldukça düşündürücüdür.

“Biri bir defa yaşanır diye içiyor, her fırsatta çiftleşiyor, çalıyor, çırpıyor, aldatıyor, düşene rastladı mı, hiçbir sebep olmasa bile sırf keyif için bir tekme de o atıyordu. Aynı sözü benimseyen, öteki gibi, bir defa, bir tek defa yaşayacağı için verdiği sözü tutuyor, düşenin elinden tutuyor, hakkı tutuyor, adaleti tutuyordu.

Bir defa yaşanacağını bilmek -bu herkesin gözüne batan hakikati bilmek kimini deli ediyor, yardakçı, yüzsüz, yüze gülücü veya ikiyüzlü ediyor, kinci ediyor, zalimleştiriyor, köpekleştiriyor; kimini de aynı hakikat ama sırf bu hakikat hoş görür yapıyor, dürüst yapıyor, şefkatli, yardımsever, vefakâr ve yiğit yapıyordu, kahraman yapıyordu.(Buğra,Tarık,Firavun İmanı,İletişim Yayınları, sf.141.)

“Dünyanın rengine kanan cahil” olmak mı? Gösterişin, şatafatın geçiciliğini unutup basit heveslere nefislerimizi alıştırmak mı? Hayır!

Bir defa yaşamanın güzelliği şunu bilmekten geçer: “Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır.”(Al-i İmran,14.)

3 Kasım 2013 Pazar

TAŞRADA CANTIKLAŞAN OYLAR


cemil aydın

Burası; tozlu yollarına ölü kurbağaların yapıştığı, pazar tezgahlarına halkın alım gücü düşük olduğu için ucuz, çürük meyve sebzelerin doldurulduğu, bir taşra şehriydi. İşlerine yavaş yavaş giden buna mukabil işlerinden hızlı hızlı çıkan yorgun ve bıkkın idari memurların, doktorların çalıştığı ve bunların ille de görev yaptığı yerin uzağında olan evlerine arabalarıyla gittiği bir taşra şehriydi.
Derme çatma gecekonduları dikip yerleştiren halka ilkin göz yuman, sonra da: “Biz sizi buralarda unutmuşuz. Bu evleri yıkın yerine yenisini yapın; yoksa biz yıkarız.” diyen devletin bir dediğini iki etmeyen insanların ucuz malzemelerle yapmaya çalıştıkları evlerin ille de bir yerlerinin yarım olduğu bir taşra şehriydi. Bitmemiş inşaatlara yakın bir yerlerde modern hayata “kentsel dönüşüm” reklamıyla sunularak kabul ettirilen dev binaların yükseldiği ve bu dev binalarda yaşayanların bitmemiş evlerinde oturanlardan bir zarar görmemek amacıyla,oturdukları sitelerin etrafını dev duvarlarla örttükleri ve bu binaları korumaları için yarım kalmış evlerde oturanları işe aldıkları bir taşra şehriydi. Ve bu korunaklı binalarda oturanların ihtiyaçlarını gidermek için çalışan kapıcıların yine yarım kalmış binalarda oturanlardan olduğu ve bu kapıcıların dev binaların bodrum katındaki küçük dairelerde kaldığı, yani kaçtıkları insanlarla kendilerine hizmet etmeleri kaydıyla birlikte yaşayabileceklerine inanacak kadar birlikte yaşama kültürüne sahip zenginlerin yaşadığı bir taşra şehriydi.
İşte bu zıtlıkların yerinde, İstanbul’un ücra yerinde, bir seçim yılıydı. Seyit ustanın oturduğu mahalleye belediye başkanları hiç uğramazdı. Ancak seçim öncesi mahalleye gelirler, propaganda yasaklanana dek çıkmazlardı. Yine böyle bir seçim yılında Bilal Özüdüzgün son model Audi A4 arabasından korumaları eşliğinde hızlıca indi. Görevlilerden biri elindeki poşetin üzerine ellerini bağladı ve gözlerini başkana dikti. Bilal Özüdüzgün mahalleyi şöyle bir göz ucuyla izledi ve yanındaki korumayı sağ işaret parmağını ileri geri oynatarak yanına çağırdı, kulağına eğildi. Gerekli talimatları verdi. On beş yirmi saniye kadar sonra koruma hemen arkasında şaşkınca başkanı izleyen görevliye seslendi. Hemen kulağına eğilip birkaç cümle fısıldadı. Ardından görevli; Bilal Özüdüzgün’ün etrafını saran adamların, utangaç gözlerle perde arkasından olanları seyreden kadınların çocuklarına oyuncaklar dağıtmaya başladı. Çocuklar çığlık çığlığa görevlinin etrafını sardı. Görevli elini poşete atar atmaz çocuklar,onun eline yapışıyor, oyuncağı kapıyordu. Görevli de başkanın binaya girmesiyle çuvalı olduğu gibi yere bırakıp kaçtı. Çocuklar öncekinden daha fazla bir gürültüyle kalan oyuncakları kapışmaya başladılar. Kimi ağlıyor, kimi kaptıkları oyuncağı önce kimin aldığını tartışıyor, kimiyse aldıkları oyuncakları ağızları kulaklarına vararak birbirlerine gösteriyorlardı.
Seyit Usta o sırada penceresinin kenarında sigarasını tellendiriyor, hanımının yaptığı acı kahvesini yudumluyordu. Seyit Usta iki katlı ahşap bir evde hanımıyla yaşıyordu. Odada bir yatak, gelininin yeni aldığı mobilyalardan sonra kullanmak istemediği iki çekyat, bu çekyatların arasında da küçük bir soba vardı. Kara üzüm asmalarının kapattığı pencerenin kenarındaki yatakta oturmayı bilhassa yaz aylarında çok severdi. Kışın romatizmadan sızım sızım sızlayan dizlerini alışkanlıkla durmadan okşar, asmanın gölgesinde dışarıyı seyrederek eğlenirdi.
Seyit Usta yine böyle bir vakit, dışarıyı seyrederken gürültülere kulak kesildi. Önce evin az ilerisindeki derede yüzen çocukların gürültüsü sandı, sonra meraklanarak cama yaklaştı. Asmanın arasından güç bela gördüğü manzarada şu ana kadar mahallede hiç rastlamadığı arabalar gördü.
Seyit Usta neyin ne olduğunu anlamaya çalışsın biz Bilal Özüdüzgün’ü tanıyalım. Kimsenin aday olmasını beklemediği biriydi. Çünkü amel defteri baya kabarıktı. Gençliğinde emlakçı babasının arsalarını kumarda bitirmişti. Sırf bu kumar sevdasına gariban kardeşinin babadan miras evinden pay istemişti. Zamanında iyi niyetli babası ortada senet sepet olmadan evlatları arasında malı pay etmişti. Ama adalet bazen inadına delil arar. Evin bölüşüldüğüne dair delil olmadığından hâkim evin bölüşülmesine karar vermişti. Zaten payını yiyen Bilal Özüdüzgün, mahkeme kararıyla tekrar pay almış ancak bu para yine kumar yolunda heder olmuştu. Kardeşi de mecburen evi boşaltmış, evden kendisine kalan paranın bir kısmıyla borcunu ödemiş, bir kısmıyla da neyi var neyi yoksa toplayıp karısının köyüne gitmişti.
Başkan kumarda yediğini evlendiğinde toparlamış,  babadan zengin bir mühendis kızını ayartmıştı. Kızı kaçırmış, evin tek çocuğuna çok düşkün olan mühendis kayınpeder yufka yürekli davranmış, çulsuz damadının kılını kıpırdatmasına fırsat vermeden düğünü yapmıştı. Yazlık olarak kullandığı evi de onlara vermişti.
Başkan kayınpeder parasıyla servet edinmiş, onun aracılığıyla, torpille değil aracılığıyla, belediyede memur olmuştu.
Bilal Özüdüzgün’ün gönlünde çalışma isteği yokmuş; ancak etrafa kendini çabuk sevdirmesini bilmiş. Özellikle de zamanın belediye başkanının sık sık belediyeye girip çıkan karısı Pervin Hanım’a. Başkan açılışlara gittiği, akşam iş yemeklerine çıktığı, şehir dışına etkinliklere katıldığı günlerde Pervin Hanım’ın evinden hiç eskitmediği misafirler gözükmezmiş. Tesadüf bu ya, bizim Bilal Özüdüzgün’ün de o günlerde Pervin Hanım’a gidesi gelirmiş.
Gel zaman git zaman bizim başkan ziyaretleri sıklaştırmış. Öyle birbirine bağlanmışlar ki Bilal Özüdüzgün mesai saatlerinde bile bir fırsatını bulup Pervin Hanım’a gider olmuş. Anlayacağınız Bilal Özüdüzgün mercimeği fırına vermiş. E bu mercimeğin kokusu da yayılmış haliyle. Başkanın da kulağına gelmiş haber. Nasıl mı? Sitenin güvenlik memuru bir gün başkana gülümseyerek:“Maşallah, Bilal Bey her işinize yetişiyor. İyi adamınız var doğrusu! Her Allah’ın günü burada.”deyip boşboğazlık yapmış. Tabi başkanın kan beynine sıçramış; ama işi kimselere duyurmadan halletmesi lazım olduğundan olanı biteni duymazlıktan gelmiş.Çünkü milletvekili olmaya çabaladığı zamanlarda bu münasebetin ortaya çıkması onun için felaket olabilirdi. Başkan bu yüzden olayı duyduktan üç gün sonra düzenlenen partinin olağan toplantısında 7 ay sonraki seçimlerde aday olmayacağını ilan ederek, olası milletvekilliğinin yolunu açmış. Ardından kimsenin beklemediği bir şekilde belediyenin torpilli memuru Bilal Özüdüzgün’ü yeni dönem yapılacak seçimlerde destekleme kararı almış. Yani Bilal’in Bilal Başkan olma sürecinde de yalan dolan eksik değilmiş efendim.
Böylece Bilal Özüdüzgün’ün mazisini öğrendik. Gelelim şimdiye. Başkanlık yolunda ilerleyen Bilal Özüdüzgün seçim çalışmalarına hız verdi. Yeni dönemin esrarengiz başkan adayı olan Bilal Özüdüzgün propaganda için taşraya uğradı. Çocuklara oyuncaklar dağıttırdı. Sonra, Seyit Usta’yı rahatsız ettiğinden habersiz gürültüler arasında toplantı salonuna girdi. Muhtarlara seçimde halkı örgütlemelerini, en ufak bir fireye bile tahammülünün olmadığını ve bölgesinde yeterli çalışmayı yapmayanların koltuklarına veda edeceğini söyledi. Halkın sandığa gitmesi için her türlü imkânın sağlanmasını istedi. Hatta örnek oy pusulaları hazırlanıp nasıl Bilal Özüdüzgün’e oy kullanacaklarını öğrenmeleri için talim yaptırılabileceğini söyledi. Okuma yazma bilmeyenlere kelebeğe oy atacaklarının söylenmesini istedi. Şehrin muhtelif yerlerine kabiliyetli gençlerin kelebek resmi yapmalarının sağlanmasını istedi. Tüm yaşlıların ziyaret edilmesini, gönüllerinin hoş tutulmasını istedi.
Bilal Özüdüzgün başkan olmanın hesaplarını bitirmek üzereydi ki Seyit Usta merakından daha fazla duramayıp yola çıktı. Her zamanki gibi ellerini belinde kavuşturmuş ağır ağır yürüyordu meydana doğru.  Git gide genişleyen kalabalığa yaklaştı. Tam o sırada herkes gürültüyle bağırmaya, çağırmaya başladı. Zurna sesine davul sesi karışıyor, çocuklar kalabalığın arasından başkanın önüne çıkmaya çalışıyorlardı. Başkanın korumaları bir anda kalabalığı kenara ittirmeye başkana yolu açmaya çalıştı. Seyit Usta karıncalar gibi üşüşen kalabalığın, korumaların tazyikli müdahalesiyle esnemesinden sonra bir anda kendini yerde buldu. Etrafındakiler yere kapaklanan Seyit Usta’yı kaldırmaya çalışıyor, bir yandan da korumalara bağırıyorlardı. Bilal Özüdüzgün bir şeylerin ters gittiğini anladı. Hemen Seyit Usta’nın bulunduğu yere yöneldi. Biraz önce Seyit Usta’nın başına üşüşenler başkanın gelmesiyle kenara çekilip ellerini önünde kavuşturarak başlarını eğdiler. Bilal Özüdüzgün çömelerek Seyit Usta’ya durumunu sordu. Seyit Usta’nın konuşmaya hali yoktu. Hırıltıyla anlamsız sesler çıkarttı. Ben sana yardım edeceğim diyen Bilal Özüdüzgün bir zarf içerisinde bulunan parayı Seyit Usta’nın cebine yerleştirdi ve Seyit Usta’nın sırtını sıvazladıktan sonra oradan uzaklaştı. Olaya şahit olan halk, başkanın ayağa kalkmasıyla alkış tufanı kopardı. Başkan halkın tepkisinden memnun, makam aracına yürüdü. Audi A4 arabasına bindi ve şoförüne arabayı belediyenin epey uzağındaki korunaklı evine doğru sürmesini istedi.
Bilal Özüdüzgün evine giderken, hastaneye götürülen Seyit Usta’nın kaburga kemiğinin kırık olduğu ortaya çıktı. Evine gönderilen Seyit Usta uzun süre dışarı çıkamadı. Bu yüzden belediye seçimlerinde de oy kullanmaya gidemedi. Ancak Şeyda Nine,Muhtar Raşit’in hazırlattığı servisle oy kullanmak için yola koyuldu. Şeyda Nine tesadüf bu ya Bilal Özüdüzgün’ün kayınpederinin yaptırttığı ve kendi ismini verdirttiği Akif Sarı İlköğretim Okulu’nda oyunu kullanacaktı. Başkanın kayınçosu Kurtuluş Hoca tesadüf bu ya, Şeyda Nine’nin oy kullanacağı sandıkta görevliydi.  Şeyda Nine’nin eline iki adet zarf ve iki adet pusula tutuşturan Kurtuluş Hoca : “Ninecim Seyit Emmi’nin yerine de basacaksın kelebeğe oldu mu? Başkanım öyle emretti. “dedi. Şeyda Nine elindeki pusulaları önüne koydu. Elindeki mührü alıp öylece baktı pusulalara. Kafası karışmıştı. Çünkü Şeyda Nine evden çıkarken Seyit Usta ceketinin cebinden çıkarttırdığı zarfı Şeyda Nine’nin çantasına koydurtmuş. Bu benim oyumdur, sandığa kendi oyunla birlikte benim oyumu da at demişti. Şimdi Seyit Usta’nın yerine iki tane mi oy kullanacaktı?“Herhalde başkan gönlünü alıyor beyin. Baksana sakat haliyle bile oyunu göndertti. Bana da kelebeğe atma demedi. Demek ki kızmamış başkana. Ama iki oy kullanmakta adil olmaz. Ben en iyisi beyin oyunu atayım, diğeri ben de kalsın.” diye düşünen Şeyda Nine kendi oyunu ve beyinin oyunu sandığa attıktan sonra Muhtar Raşit’in servisine binip evinin yolunu tuttu.
Akşam oldu, sandıklar açıldı, oylar sayıldı. Bilal Özüdüzgün başkan oldu. Davullar, zurnalar bu sefer Bilal Özüdüzgün’ün başkanlığının şerefine çalındı.
Peki, Seyit Usta’nın oyuna ne oldu? Zarftan çıkan 1000 lirayı Kurtuluş Hoca çaktırmadan cebinde hazır ettiği bir oyla değiştirmişti. Başkanlık ilan olununca da ertesi günü öğlen namazını başkanın merkez camiinde kılacağı duyuruldu. Halk camiyi hıncahınç doldurdu.Namazdan sonra halk, Kurtuluş Hoca’nın hazırlattığı cantıklara gürültüyle üşüştü. Başkan camiden çıktığı gibi Kurtuluş Hoca yanına yaklaştı: ”Enişte, başkanlığın şerefine cantık dağıtıyorum ahaliye. Buyurmaz mısın?”  Başkan cantığı alıp ısırdı, lokmayı çiğnedikten sonra “Aferin len kayınço, iyi düşünmüşsün.” dedi. Kurtuluş Hoca’nın ağzı kulaklarına vardı.
Bu sırada Seyit Usta kara üzüm asmalarının kapattığı pencerenin kenarındaki yatağında uzanmış sıkıntıdan kıvranıyordu. Şeyda Nine, beyinin acı kahvesini pişiriyordu. Dışarıdaki gürültüyü duyunca cezveyi bırakmadan pencereye doğru uzandı. Seyit Usta yerinden doğrulmaya çalıştı ama kalkamadı.
Seyit Usta, oyunun cantık olduğundan habersiz kalakaldı yatağında!