26 Nisan 2013 Cuma

RADYO GÜNLERİ

...

Özellikle mutfakta işlenirken muhakkak radyo mutfak masasının üzerindedir. Ve TRT'nin türkü kanalı açıktır. Bana göre kaliteli müzik ancak ve ancak TRT'de dinlenilebilir. Bu kanal arada verdiği üç-beş dakikalık haber bültenleri dışında sürekli müzik yayını yapar. Türküler... Arada dinleyici isteklerini ve dinleyicilerle yapılan telefon görüşmelerini de atlamamak lazım. Dinleyiciler bu kanalın müptelası olan geniş bir aile gibidirler.
 "Edirne'den bir dinleyicimiz sıradaki türküyü tüm TRT dinleyenlere ve dostlarına armağan ediyor." ya da "İstanbul Arnavutköy'de ikamet eden Bihter Hanım hasretini çektiği memleketine ve ailesine selamlarını göndererek Hastane Önünde İncir Ağacı türküsünü rica etmiş hep birlikte dinliyoruz efendim." ... En kıdemli ve sıkı dinleyici kesimi emeklilerdir. Onlar "Musiki ruhun gıdasıdır" özdeyişine bağlılıklarını göstermek için bu gıdadan bol bol alır ve daha da önemlisi yanlızlıklarını bir nebze azaltmak için yanlarında bulunmasını istedikleri kişilerin hayallerini bu türkülerde canlandırırlar. Telefona her bağlandıklarında yaşama dair öğütler vermeleri adettendir. Sonra asker, polis ve TRT çalışanlarına selamlarını iletir sohpete koyulurlar. Sohpet asla çizgiyi aşmaz, türkü istekleriyle sonlandırılır.
Lakin insan çeşit çeşit. Yine de aralarından bazı patavatsız dinleyiciler çıkmaz mı, çıkar. Böyle durumlarda da devlet kuruluşu olan TRT'nin değerli memurları, yani bizlerin kendi aramızdaki söylemiyle sunucular mesleklerinin takdire layık olduklarını tekrar tekrar göstererek en başarılı şekilde konuşmanın düzeyini ayarlarlar. Eee bu kapı önünde komşuyla laflamak gibi bir şey değildir ki...

...
Ben de türküleri dinlerken yıkadığım bulaşığın çokluğunu, yaptığım yemeğin süresini falan hep unuturum. Kendimi bazen memleketimde hissettiğim bile olur. Kim bilir belki türküler bir gün gerçekten götürür beni memleketime...

...

16 Nisan 2013 Salı

AŞK BİTTİ...

Aramızda gözle görülür bir mesafe var; görebiliyorum.

Nasılsın diye sorduklarında 'hiç' dersin ya işte tam da o hiçlik meselesi. Belli bir sebep bulamassın çünkü. İyiyim demeye dilin varmaz, kötüyüm diyecek olsan işte o zaman anlatmaya mecalin olmaz. Aynı böyle sebepsizce bir hiçlik mesafesi uzayıp gidiyor önümüzde... O kadar ki 'nasılsın' demeye bile eriniyoruz.

Düşünüyorum neden diye... Hassasiyetlerimiz mi yön değiştirdi, bilinmez. Hayatın tüm anlamını birbirimizin gözlerinin içine bakmak olduğu düşüncesi yerini kör olmaya bıraktı. Gerekirse kör olup hiç bakmamaya...

Son bir gayret kalkıp dokunuyorum sana, konuşmuyorum. Aramızda bir ten alışverişi, daha çok tiksiniyorum.

Demin şöyle bir yüzüne baktım. Ne zamandır bakmamışım. Farkettim sen de 'ne zamandır' aynı durumdasın. Eğreti bir hisle geldim çöktüm dizin dibine, ilgilenmedin. Hoş ilgilensen ben nasıl davranacağımı bilemezdim ya.

Kötü de sayılmaz durumumuz aynı odada birlikte zaman geçirebiliyoruz hala. Nadiren birbirimize laf da atıyoruz. "-yemek nasıl olmuş? -güzel..." gibi...

Belki bir gün...

İçimden söyledim, içimden sustum...

ÇÖPLÜK

cemil aydın


Pislik içinde bir köydü. Kusmuk yığını demişti köyün derdini dinlemeye gelen, aslında derdi köylüyü dinlemekten çok çıkarttığı gazetenin ilanlarından arta kalan kısmını doldurmak olan yerel gazeteci.

Şehrin insanlarının doymak bilmeyen midelerinden arta kalanların yığıldığı bir çöplüğe komşu köydü. Kendi halinde yaşayan on iki hanelik bir köydü düne kadar. Tek başına yaşayan Sultan Nine astımdan ölünce köy on bir haneye düştü. Kalan on bir hanede yaşayanlar da kendilerine bile izah edemedikleri bir inatla yaşıyorlardı bu köyde. Yaşadığı yere sadık bir insanın halinden çok, mecburiyetin, kadere teslimiyetin sonucuydu burada yaşamaları.

Köyün bahsettiğimiz bu az nüfusu her gece çoğalır. Köyün hemen yakınındaki çöplük; esrara alışan ilkokul çocuklarının, cinselliği keşfeden ergenlerin, basit hazların esiri olmuş hayattan beklediğini alamayan, batık bir gemi gibi güçlü sağlam gözüken ancak çoktan çürümüş bir ruhun hamalı yetişkinlerin, alelacele ayarladığı kızları arabasına bindiren zengin çocuklarının, pazar artıklarını eşelemeye gelen fakir kadınların, hurdacı çingenelerin, mekânıydı.

Çöplükteki bu akşam kargaşası işleri camiye ve kahveye gitmek olan ihtiyar adamların, torunları için örgü yapan ninelerin çok da umurunda değildi. Bu durumdan rahatsız olanlar, sayısı çok da fazla olmayan, şehrin ahlakının muhafazasını vazife bilmiş bir avuç insandı. Onların kışkırtmalarıyla gönlü olmadan köye gelen yerel gazeteci, buradan çok çarpıcı bir haber çıkaramayacağını düşünmesine rağmen köydeki keşfine başlamıştı.

Köyün hemen girişinde köyün nüfusuyla orantılı olmayan büyükçe bir cami göze çarpıyordu. Caminin tam karşısına düşen kahve, köyün tek canlı yeriydi. Kapının önüne sıralanmış iskemlelere kurulan ihtiyarlar şaşkın bakışlarla, kısılmış gözleriyle gelen yabancıyı gözetliyorlardı. Şehirlerarası yolun kenarında kaldığı için adres sormaya gelen yabancılara alışık olan ihtiyarlar yabancının soracağı soruyu merakla bekliyorlardı. Gazeteci lafa nasıl gireceğini bilemiyordu. “Hiç gelmeseydim buralara daha iyi olacaktı.” diye düşündü. Arkadaşlarından duyduklarını sakin bir zamanda toparlar, haberi yayınlardı. Önemli olan gündem oluşturmak değil mi? Buradaki üç beş ihtiyarın lafı için oyalanmak lüzumlu muydu?

—Evladım bir isteğin mi var? Gel buyur, otur, soluklan.
—Yok amcacığım. Ben köyü merak ettim, geçerken bir uğrayım dedim. Öylesine geziyorum.

Yine sabırsız davranmıştı. İnsanlardan herhangi bir konuda yardım istemek onu kahrediyordu. Kendi işini kendi görecekti yine. Ama nasıl? Sebepsiz telefonunu cebinden çıkardı. Kişi listesini açtı. Fahri’nin numarasını buldu. Fahri onun çocukluk arkadaşı. Gazetenin basım işlerine bakar. Mesafeli bir samimiyeti vardır. Ancak bu mesafe insanları kendinden uzaklaştırmaz aksine ondan bir zarar gelmeyeceğine dair güven verir. Fahri’den daha samimi olduğu arkadaşlarında çok döneklik görmüştür de Fahri’nin yamuğu olmamıştır kendisine. Fahri’yi aradı. Dükkânda olduğunu öğrenince yanına uğrayacağını söyleyip telefonu kapattı. Kahvehanedeki ihtiyarlar tüm işlerini kesip gazeteciye odaklanmıştı. Gazeteci bunun farkına varıp tedirgin oldu ve elini hafifçe havaya kaldırarak duyulur duyulmaz bir sesle “Hoşça kalın!” dedi. Birkaç kişi başını hafifçe öne eğerek karşılık verdi. Kimi muhabbetine devam ediyor, kimi de televizyondaki belgeseli izlemeye devam ediyordu. Gazeteci ise arabasına binip matbaanın yolunu tuttu.

On dakika sonra ilçedeydi. Fahri’yi dükkânda bir müşteriyle görüşürken buldu. Onun göreceği bir yere oturdu. Masada düzensiz duran eski dergileri hızlıca inceledi. Davetiye örneklerinin bulunduğu bir klasörü açtı. Titizlikle inceliyordu ki klasör kapandı. Kafasını kaldırdığında müşterinin dükkândan çıktığını ve Fahri’nin karşısına oturduğunu gördü. Karşılıklı hal hatır sorulduktan sonra gazeteci başından geçenleri anlattı ve köydeki çöplükle alakalı bir haber yapması gerektiğini söyledi. Fahri hafifçe gülümsedi. Elini gazetecinin omzuna koydu: “Dört ayaküstüne düştün yine, senden önce gelen müşterim o köydendir.” Şimdi siparişlerini aldı. Sipariş vermek için geçen hafta geldiğinde bir hadise anlattı. Ne kadar doğrudur bilemem. Senin haberini yapmaya çalıştığın o çöplükte bir kız öldürülmüş. Bir ay kadar olmuş. Kimselere duyurmadan cesedi, toprağa vermişler. Zaten duyulsa ilk sen bilirdin canım, ben bilecek değilim.” Gazeteci telefonunu masanın üzerine koydu. Ses kaydını açtı. Devam et dedi. Fahri sesi kaydedildiği için belli belirsiz telaşeye kapıldı. Oturuşunu düzeltti, boğazını gıcırdattı, telefonun üzerine hafifçe eğildi ve sesini kalınlaştırarak devam etti konuşmaya.

“Çöplüğe keşler çok dadanır bilirsin. Pisliğin olduğu yerde ne beklersin. Esrar çekiyorlarmış üç kişi mi beş kişi mi bilemem artık. İçlerinden biri kalkmış çöpte eşelenmeye başlamış. Bir de ne görsün bir tane küçük kız, anadan üryan. Zannedersem bu keş, tabi kafa da kıyak, sürüklemiş cesedi arkadaşlarının yanına. Sanırım uğraşmışlar kızın sabi bedeniyle. Sabah oluyor tabi, köylülerden biri tarlasının yolunu tutarken köpeği çöplüğe doğru koşmaya başlamış. Köpeğin koştuğu yere doğru bakınca üç dört köpeğin dolanıp bir şeyler eşelendiğini görmüş. Merak ya adam gitmiş, bakmış ki bir kız cesedi. Hemen koşmuş köye. Muhtara haber vermiş. Muhtar köyden üç beş genci yanına alıp gitmiş çöplüğe. Adamlar cesedi gördükten sonra muhtar yanında getirdiği çarşafa cesedi koymuş, başlamış sarmaya. Yanındakiler tabi telaşeye kapılmışlar başlarına bir bela gelir diye. Muhtar ben biliyorum yaptığımı demiş, almış cesedi götürmüşler. Muhtarın eve geldiklerinde gençlerden birini İbrahim Emmi’yi çağırması için eve yollatmış. İbrahim Emmi gelmiş ki yerde bir şey var çarşafa sarılı, tabi kokuyor, anlamış tabi bir ölü. Muhtar bak demiş ölü senin. İbrahim Emmi çarşafı açıp kapamış hemen. Meğer kız bunun imam nikâhlı karısından kızıymış. Kıza gebe olduğu anlaşılınca nikâh kıymak zorunda kalmış adam. Zamanla araları açılmış. Kadın arkasına bakmadan kaçmış gitmiş. Nereye gitmiş bilinmiyor. Kız da ortalarda kalmış ki sonu da bu olmuş. İbrahim Emmi kızın cesedini almış kucağına. Gitmiş tarla tarafına doğru. Döndüğünde eli boşmuş, yani sadece kendisinin bildiği bir yere gömmüş kızı.”

Fahri bitti dedi, sessizce. Gazeteci telefonu eline aldı. Konuşmanın kaydedildiğini teyit etmek için kaydı on  beş saniye dinledi. Fahri gazetecinin gözüne bakıyordu. Gazeteci ise kalın parmaklarıyla kirli sakallarını sertçe ovalıyor, derin derin düşünüyordu. Fahri’nin anlattıklarıyla ilgili bir yorum yapmadı. Sadece “Ben şu kaydı gazetede tekrar dinleyim, seni tekrar ararım.” dedi. Fahri, bu kararı sükûnetle karşıladı. Masasına geçti ve çalışmalarına devam etti.

Gazeteci Fahri’ye dediği gibi gazeteye gitmedi. Karnı açtı, cebinde çok fazla parası da yoktu. Bir fırına girip iki simit aldı. Biraz yürüdü ve bir caminin bahçesinde kanepeye oturdu. Simitleri yerken bir yandan da kaydı dinliyordu. Dinlerken düşüncelere dalmıştı. Böyle bir haberi yayınlamak riskliydi. İsim vermeden haber yapsa herkese masal gelirdi. İsim vermek zorundaydı. O zaman maktulle ilişkili insanlar hedef olacaktı. Ne yapacağını bilemiyordu. En iyisi gazeteye uğramalıydı. Üstünü silkti. İnsanlardan ürkmeyen yaban güvercinleri susamları didiklemeye başladılar.

Gazeteci işyerine varmıştı. Binaya yaklaştığında müdürün binadan çıkmak üzere olduğunu fark etti. Koşarak yanına vardı. Müdür telefonla konuşuyordu, beklemesi için işaret etti. Gazeteci bu arada soluklandı. Ne diyeceğini kafasında tasarlamamıştı. Gazeteye uğramayı da düşünmüyordu aslında. Aniden karar vermişti. Köydeki çöplükle alakalı çok ilginç bilgiler edindiğini söylese miydi? Bir an söylediğini düşündü. Müdür ne derdi acaba, herhalde güler, heyecanla boynuma sarılırdı. Sonunda da mükâfatlandırırdı. Aman Allah’ım bu hayallerden kurtulmalıyım! Başımı belaya sokamam. Madem kimse duymamış.

—Söyle bakalım İsmail! Ne yaptın bugün köyde. Haber yarına yetişir mi?
—Ben de haberi hazırlamak için gelmiştim ama…
—Tamam, İsmail gerek kalmadı o habere. Yarım saat önce haberini aldım. İl encümen üyelerinden Haşim Özüdüzgün vefat etmiş. Birkaç saat sonra başlarlar başsağlığı için sütun istemeye. Zaten senin habere yer kalmaz. Ben şimdi cenaze evine gidiyorum. Sonra görüşürüz oğlum.
—Görüşürüz Müdür!

İsmail, haberi tamamlamadı. Cenaze haberleri iki gün gazeteyi doldurmaya yetti. Sonra da müdür ne köyden ne çöplükten bahsetti. İsmail de mevzuyu araştırmadı. İsmail bu yüzden; kızın muhtarın esrarkeş oğlunun tecavüzüne uğradığını ve kan kaybından öldüğünü, muhtarın oğlu tarafından cesedin çöplüğe bırakıldığını, esrarkeşlerin buldukları bu cesede tecavüz ettiklerini, oğlunun yaptığı işi itiraf etmesiyle telaşa kapılan muhtarın başta ses çıkarmadığını, cesedin ortaya çıkmasıyla sorumluluk alıp olayın duyulmasını engellediğini, bunun için de İbrahim Emmi’ye uydurduğu hikâyeyi sahiplenmesi ve cesedi gömmesi şartıyla bereketli tarlasını zimmetine geçirme sözü verdiğini bilmedi.