8 Haziran 2015 Pazartesi

DUYARSIZLIK



Metrobüsün kalabalığı arttıkça insanlardaki homurtu da artıyor. Herkes fazlasıyla gergin. Herkes, herkesten nefret ediyor ama hiç kimse nefretini açığa vuracak kadar sahici değil. Kimileri akıllı telefonlarında sıkıldıklarını hissettikleri anda oynadıkları oyunlarını açmışlar. Kimileri aslında hiç konuşası olmadığı halde günlük hayatın hay huyunda aramayı aklına getirmediği dostlarını aramanın ve onlarla olabildiğince uzun muhabbet etmenin peşinde. Kimileri sinsice etrafta olan biteni izliyor, kimisi gözlerini sabit bir noktaya dikmiş; umarsız, kibirli bir tavırla içinde bulunduğu ortamın istemsizce parçası olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Bense sırf montumun cebine sığıyor diye okumak için kütüphanemden aldığım bir öykü antolojisinin sayfaları arasında gezdiriyorum gözlerimi. Gözlerim yorulduğunda etrafı gözlemliyorum. Camdan dışarı doğru şehre bakıp hafifçe kararan gözlerimi kendine getirmeye çalışıyorum. Beni bunaltan alışveriş merkezlerini, mantar gibi türeyen çok katlı siteleri, billboardları, duraklarda bekleyen insanları seyretmekten bunalıp sığındığım kitaptan kafamı kaldırıp benzer manzaraları seyrederek kendime gelmeye çalışıyorum. İşte bu ve buna benzer çıkmazlarımı düşünüyorum, dalıp gidiyorum zeminsiz ve zamansız bir uzamda yol alıyorum. Düşünceden düşünceye sıçrıyorum ve bir anda etrafta duyduğum önemsiz bir ses beni benden koparıyor ve kendimi yüksekçe bir yerden metrobüse sertçe düşmüş gibi buluyorum. İşte tam o an dalıp gittiğim o zeminsiz ve zamansız uzamdan hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki saatlerimi harcamışçasına kafamı uyuşturan bu düşünceler neydi? Gerçekten aklıma üşüşmüş müydü bu düşünceler? Kendime kendimi kanıtlamaya çalışıyorum. “Evet, şu an hatırlayamadığın ama kafanı uyuşturan ve sert düşüşün etkisinden sonra kolundaki saate bakarak kavrayabildiğin sekiz dakikalık sürede sen içinde bulunduğun metrobüste olan biten hiçbir şeyi duymadın. Durup kalktığımız durakları fark etmedin. İşaret parmağın kitabın hala aynı sayfasında duruyor. Unutmuş olman bir şeyi değiştirmez.”

Gözlüklerimi çıkartıyorum ve gözlük mendilimi aramaya koyuluyorum. Gözlük kullanmadığım çocukluk zamanlarımda gözlük kullanan kişinin gözlüksüz hiçbir şey görmediğini düşünürdüm. Bu düşüncemi perçinleyen gözlüğü çıkaran kişinin yakındaki bir kişiye ya da nesneye uzakta bir yere bakar gibi bakmasıydı. İstemeden de olsa utanır ve çekinirdim gözlüklerini çıkardıklarında. Ben de çocukluğumda yaşadığım bu utancı başkalarına yaşatmamak için gözlüklerimi çıkartıp başımı eğiyorum ve gözlüklerimi dünyayı daha iyi görebileceğim parlaklığa getiresiye kadar özenle, bastıra bastıra temizliyorum. Malum temizlik işi bitince gözlüklerimi takıp başımı kaldırıyor ve etrafa artık daha güvenle bakıyorum. Gözlük silme taktiğimin bu incelikli aşamalarının gereksiz bir oyun olduğunu düşünmüyor değilim. Sözgelimi burnunu silenlerde de benzer bir taktik söz konusu. Burnu akan kişi kendisine bakanlara sırtını döver, mümkünse yüzünü duvara döner ve burnunu temizledikten sonra göstermek istediği yalan gülümsemesini kondurduğu yüzüyle bize bakar. Oysa burun silme aşamasındaki tüm bu aşamaları olağan, sıradan bir işlem gibi görse daha iz ilgi çeker ve kendini daha rahat hissederdi. Hatırlıyorum da sınıf öğretmenim de burnunu silmek için benim oturduğum arka sıralara doğru yanaşır göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede cebinden mendilini çıkarıp burnunu silerdi. Belki de şu an gözlüklerimi memnu bir fiili yerine getiriyormuşçasına silmemde öğretmenimin de etkisi var. Kim bilir? Belki de düşüncelerimin hızına hükmedemediğimden aklıma gelen bin bir türlü olaydan biri olan öğretmenimin burnunu silme hikâyesi hiç lüzumsuz bir anda aklıma geldi ve aklım basit bir kurguyla bu olayları birbirine yamadı ve değiştirilemeyecek bir gerçek olarak zihnimde bu düşünceyi dondurdu.

Gözlüklerimi yeniden taktıktan sonra gözlerimi tekrar kitaba yöneltiyorum. Metrobüsün hafif sarsıntısı ve virajlardaki savruluşu nedeniyle biraz güçlük çeksem de nedensiz bir inatla devam ediyorum okumaya. Bu hengâmede, bu tazyikli kalabalıkta inatla kitap okuyuşumun duyarsızlıkta ısrarcılık olduğuna dair inancım aklımı toparlamamı engelliyor. Zihnim dağılsa da öykücünün sunduğu dünya en son okuduğum yerdeki canlılığını korumuş ve zihnime resmini nakşetmeye devam ediyordu.  Ne olursa olsun bu resim tamamlanmalıydı. Metrobüsün boş olması, oturduğum boş yeri bulmam benim oluşturduğum şartların neticesinde gerçekleşmedi. Sırası gelen metrobüs yola çıktı ve ben bulunduğum duraktan metrobüse bindiğimde karşıma çıkan ilk boş koltuğa oturdum. Şimdi de elime kitabımı almış okuyorum. Bunun hiçbir yerinde duyarsızlık namına bir şey bulmak mümkün değil. Hem kitabımı okumasam, başımı kaldırsam ne duyacağım ki? Kim bir bakışıyla beni saracak, kim gülümseyecek sahici gözleriyle yüzüme bakıp? Var olduğuna bile kendini ikna edemeyecek şu kalabalık bana varoluşumu nasıl hissettirebilir?

En iyisi başımı kaldırmayıp zor da olsa öykücünün resmini yapmasına izin vermek. Belki de bana içinde var olduğumu duyumsamaya çalıştığım dünyanın gösteremediği bir yerden, ya da kaderin karşılaşmama müsaade etmediği, şu anda okuyacağım hikâyeyle karşılaşmasam belki de ömrümün sonuna kadar müsaade etmeyeceği birinden bahsedecek. Bu imkâna aldırmamak, elimdeki kitabı kapatmak… Asıl duyarsızlık bu olur.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder