Metrobüsün kalabalığı arttıkça insanlardaki homurtu da
artıyor. Herkes fazlasıyla gergin. Herkes, herkesten nefret ediyor ama hiç
kimse nefretini açığa vuracak kadar sahici değil. Kimileri akıllı
telefonlarında sıkıldıklarını hissettikleri anda oynadıkları oyunlarını
açmışlar. Kimileri aslında hiç konuşası olmadığı halde günlük hayatın hay
huyunda aramayı aklına getirmediği dostlarını aramanın ve onlarla olabildiğince
uzun muhabbet etmenin peşinde. Kimileri sinsice etrafta olan biteni izliyor,
kimisi gözlerini sabit bir noktaya dikmiş; umarsız, kibirli bir tavırla içinde
bulunduğu ortamın istemsizce parçası olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Bense sırf montumun cebine sığıyor diye okumak için
kütüphanemden aldığım bir öykü antolojisinin sayfaları arasında gezdiriyorum
gözlerimi. Gözlerim yorulduğunda etrafı gözlemliyorum. Camdan dışarı doğru
şehre bakıp hafifçe kararan gözlerimi kendine getirmeye çalışıyorum. Beni bunaltan
alışveriş merkezlerini, mantar gibi türeyen çok katlı siteleri, billboardları,
duraklarda bekleyen insanları seyretmekten bunalıp sığındığım kitaptan kafamı
kaldırıp benzer manzaraları seyrederek kendime gelmeye çalışıyorum. İşte bu ve
buna benzer çıkmazlarımı düşünüyorum, dalıp gidiyorum zeminsiz ve zamansız bir
uzamda yol alıyorum. Düşünceden düşünceye sıçrıyorum ve bir anda etrafta
duyduğum önemsiz bir ses beni benden koparıyor ve kendimi yüksekçe bir yerden metrobüse
sertçe düşmüş gibi buluyorum. İşte tam o an dalıp gittiğim o zeminsiz ve
zamansız uzamdan hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki saatlerimi harcamışçasına
kafamı uyuşturan bu düşünceler neydi? Gerçekten aklıma üşüşmüş müydü bu düşünceler?
Kendime kendimi kanıtlamaya çalışıyorum. “Evet, şu an hatırlayamadığın ama kafanı
uyuşturan ve sert düşüşün etkisinden sonra kolundaki saate bakarak
kavrayabildiğin sekiz dakikalık sürede sen içinde bulunduğun metrobüste olan
biten hiçbir şeyi duymadın. Durup kalktığımız durakları fark etmedin. İşaret
parmağın kitabın hala aynı sayfasında duruyor. Unutmuş olman bir şeyi
değiştirmez.”
Gözlüklerimi çıkartıyorum ve gözlük mendilimi aramaya
koyuluyorum. Gözlük kullanmadığım çocukluk zamanlarımda gözlük kullanan kişinin
gözlüksüz hiçbir şey görmediğini düşünürdüm. Bu düşüncemi perçinleyen gözlüğü
çıkaran kişinin yakındaki bir kişiye ya da nesneye uzakta bir yere bakar gibi
bakmasıydı. İstemeden de olsa utanır ve çekinirdim gözlüklerini
çıkardıklarında. Ben de çocukluğumda yaşadığım bu utancı başkalarına yaşatmamak
için gözlüklerimi çıkartıp başımı eğiyorum ve gözlüklerimi dünyayı daha iyi
görebileceğim parlaklığa getiresiye kadar özenle, bastıra bastıra temizliyorum.
Malum temizlik işi bitince gözlüklerimi takıp başımı kaldırıyor ve etrafa artık
daha güvenle bakıyorum. Gözlük silme taktiğimin bu incelikli aşamalarının
gereksiz bir oyun olduğunu düşünmüyor değilim. Sözgelimi burnunu silenlerde de
benzer bir taktik söz konusu. Burnu akan kişi kendisine bakanlara sırtını döver,
mümkünse yüzünü duvara döner ve burnunu temizledikten sonra göstermek istediği
yalan gülümsemesini kondurduğu yüzüyle bize bakar. Oysa burun silme
aşamasındaki tüm bu aşamaları olağan, sıradan bir işlem gibi görse daha iz ilgi
çeker ve kendini daha rahat hissederdi. Hatırlıyorum da sınıf öğretmenim de
burnunu silmek için benim oturduğum arka sıralara doğru yanaşır göz açıp
kapayıncaya kadar geçen bir sürede cebinden mendilini çıkarıp burnunu silerdi.
Belki de şu an gözlüklerimi memnu bir fiili yerine getiriyormuşçasına silmemde
öğretmenimin de etkisi var. Kim bilir? Belki de düşüncelerimin hızına
hükmedemediğimden aklıma gelen bin bir türlü olaydan biri olan öğretmenimin
burnunu silme hikâyesi hiç lüzumsuz bir anda aklıma geldi ve aklım basit bir kurguyla
bu olayları birbirine yamadı ve değiştirilemeyecek bir gerçek olarak zihnimde
bu düşünceyi dondurdu.
Gözlüklerimi yeniden taktıktan sonra gözlerimi tekrar kitaba
yöneltiyorum. Metrobüsün hafif sarsıntısı ve virajlardaki savruluşu nedeniyle
biraz güçlük çeksem de nedensiz bir inatla devam ediyorum okumaya. Bu hengâmede,
bu tazyikli kalabalıkta inatla kitap okuyuşumun duyarsızlıkta ısrarcılık
olduğuna dair inancım aklımı toparlamamı engelliyor. Zihnim dağılsa da
öykücünün sunduğu dünya en son okuduğum yerdeki canlılığını korumuş ve zihnime
resmini nakşetmeye devam ediyordu. Ne
olursa olsun bu resim tamamlanmalıydı. Metrobüsün boş olması, oturduğum boş
yeri bulmam benim oluşturduğum şartların neticesinde gerçekleşmedi. Sırası
gelen metrobüs yola çıktı ve ben bulunduğum duraktan metrobüse bindiğimde
karşıma çıkan ilk boş koltuğa oturdum. Şimdi de elime kitabımı almış okuyorum.
Bunun hiçbir yerinde duyarsızlık namına bir şey bulmak mümkün değil. Hem
kitabımı okumasam, başımı kaldırsam ne duyacağım ki? Kim bir bakışıyla beni saracak,
kim gülümseyecek sahici gözleriyle yüzüme bakıp? Var olduğuna bile kendini ikna
edemeyecek şu kalabalık bana varoluşumu nasıl hissettirebilir?
En iyisi başımı kaldırmayıp zor da olsa öykücünün resmini
yapmasına izin vermek. Belki de bana içinde var olduğumu duyumsamaya çalıştığım
dünyanın gösteremediği bir yerden, ya da kaderin karşılaşmama müsaade etmediği,
şu anda okuyacağım hikâyeyle karşılaşmasam belki de ömrümün sonuna kadar
müsaade etmeyeceği birinden bahsedecek. Bu imkâna aldırmamak, elimdeki kitabı
kapatmak… Asıl duyarsızlık bu olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder