1 Eylül 2013 Pazar

ERZURUM’DAN “SAVRULAN” BİR ŞAİR: REFİK DURBAŞ


adnan sayım


“avucumun içinde tesbih daneleri, aklımda Horasan’dan 
bindiğim tren.
kuytu bir güz akşamı, kaç yıl önceydi
siperliği erimiş bir kasket, üçüncü mevki bir bavul:tahtadan”

Onun yolculuğu hepimizin yolculuğudur aslında. Kimimiz yolları bitirir tüketir, kimimiz yol olup kendini tüketir. Ama hep yol vardır alın yazımızda. Gittiğimiz gelemediğimiz, dönmek isteyip de cesaret edemediğimiz. Hep bir yolculuk vardır; alın yazımızda. 

Onunki de bir yolculuk işte gidip de gelemediği, dönmek isteyip de cesaret edemediği… Refik Durbaş’tan bahsediyorum. Erzurum’un yıllar önce gencecik bir yaşta bağrından gurbetin taşlı yollarına savurduğu bir şair. 

Yukarıdaki mısraları ne zaman okusam, sanki o an kalkıp bilmediğim bir diyara gidecekmişim gibi bir his kaplar içimi. Horasan’dan kalkan tren, nereye götürür şairi, kendisiyle beraber beni? Uzun ince bitmek bilmeyen bir yolun başlangıcıdır Horasan. Refik Durbaş böyle mi başlamıştır şiire. Yani o bindiği trenin her bir vagonu şairin bir şiirini mi simgelemektedir her birinde apayrı hikâyelerin anlatıldığı? Kiminin özlem kiminin vuslat kimininse gurbet sancılarının acıklı sedası bu vagonlara mı sığdırılmaya çalışılmıştır bu şiirlerle. 

Neden göçmüştür Refik Durbaş Erzurum’dan? İçinde yanan gurbet hasretine nasıl göğüs gerebilmiştir? Çünkü beş parası yoktur ve aklının bir köşesinde pespembe bir dünya vardır ve direnmek, hep direnmek. Ama neye Doğu’nun makûs talihine mi? Yoksa Batı’nın insanı makineleştiren o cazip asgari ücretiyle öğüttüğü insan fabrikalarına mı? Evet direniştir Refik Durbaş. Deniz Gezmiş’in akan deli kanı onunda damarlarında bir isyan ateşini körüklemiştir. Kargapazarı’nın hırçın ve dişleri yerinden sökecek denli buzlu suları onun da kursağından geçmiştir. Erzurum’un ayazı yakmıştır yüzünü, elleri çatlamıştır ve bıyığı buz tutmuştur. Acıdır bozkır, acıdır Palandöken’in eteğinde filizlenen masum hayallerin talihi. Acıdır, Reyhani’dir Gidirem demiştir ve gitmiştir o da. 

avcumun içinde boynu bükük bir mendil
kumaşı gözyaşından dokunmuş bir mendil
bar tutarken gelinlere savurduğum mendil…

Ne vardır o mendil de, özlemler, hayaller, yeni bir hayat kurma telaşı. Evet, gitmiştir Refik Durbaş. Ama bırakmaz peşini memleket hasreti. Özler, bozkırın bu heybetli çocuğu İzmir’in sıcağında keskin bir ayaz oluverir içini bu hasret sardığında. Konuşmaz kırgındır hayata. Yazar. Şiirlerine döker bütün bunları. Bar tutarken gelinlere savurduğu mendilde kuruyan gözyaşlarının hesabını sormak ister bir bakıma. İzmir’in yani gurbetin, İstanbul’un yani hasretin mızrağı hep gelir şairi sol yanından yaralar ve kimsesi yoktur bu yaraları saracak. Bir tek şiirlere sığınmıştır. Mahzun ve doğuştan bir şeylere kırgındır her Anadolu genci gibi. Çalışır didinir. Ekmeğini taştan çıkarmaya çalışır. Yetmez okumak ister. İstanbul’a düşer yolu. Binbir güçlükle hep o bozkır ürkekliğiyle bu zor şartlara eyvallah der ve mücadele eder. O dönemlerin siyasi gruplarıyla bir arada hareket eder. Bir bakıma hakkını aramaktadır. 

Damarında akan o hırçın kan kaynağını Kargapazarı Dağları’ndan almaktadır. Önüne ne gelse kendisiyle beraber sürükleyen, dağları vadileri yaran, ovalara sere serpe dört koldan yayılan buz gibi sulardır onun damarlarından akan. 

Bedeni gurbette ruhu sılada kalmış bir gariptir şair. Orhan Veli’ye nazire yapar gibidir. Asıl gariplik Refik Durbaş olmaktır bir bakıma. Torna tezgâhlarında, ekmek fırınlarının narlanmış sıcağında dövülen eriyen onun yüreğidir. Denize bakar ve Erzurum ovası gelir aklına. Ne o boğaz sefaları ne Beyoğlu’nda gezip tozmalar. Hiçbiri cezbetmez şairi. Dalıp gider gözleri bir uzak iklime ve tatlı hülyalar bir çift kanat olup gelir göz kapaklarına konar ve dudaklarından yitik bir geçmişe dair şu mısralar dökülür:

”Bilader, elbet Oltuluyuz.Taş işlemek baba sanatı. Taşı tesbihe, bıçak sapına, yüzüğe gerdanlığa, küçük küçük heykellere yontmak bizim işimiz. Erzurum’da Mustafa Şeyhler Camisinin şerefesindeki yarım batıya dönük güneş saatini dedem yapmış. Hani Ahmet Celal’le ilk kez Erzurum’a gittiğimizde görüp de hayran kaldığın Fizo Baba’nın evinin ön yüzünü kaplayan süsleme taşları da, öyle derler. Bilirsin dayımın Taşmağazalar’daki dükkânını. Yalnız tesbih üzerine çalışırdı. Acem şahına, Yemen Kralına tesbih bu dükkandan giderdi. Hacılar Hanına inen kervanlar ilkin dayımın dükkânına uğrardı.”

Şair geçmişine kimlerin nelerin böyle ipotek koyduğunu bilmek ister. Hayallerle avutur kendini. Erzurum’dadır. Caddelerini adı gibi bilir, sokaklarında kaç sigara tüttürmüştür kimbilir bu şehrin. Mutlu olur şair, memleketi aklına düştüğünde. Acı ve kederli bir mutluluktur bu. Zaten şairlerin, her daim akıbeti de bu değil midir? Her ne kadar İstanbul’un en şatafatlı mekânlarını görse de, denize evet bozkırdakilerin günlük dillerinde ayda yılda bir yer bulan o kavramın esas görüntüsüne çok yakın olsa da, denizi ona hasreti kendi mahzunluğunu, geçmişini, bozkırın çocuğu olduğunu hatırlatır. Ve içini yılgın bir efkâr basarken yüreği hasretliğin kulağına hep şunları fısıldamaktadır:

“acemi yürekte kül bağlayan gurbetin resmi
Sıvaları dökülmüş özlemin resmi
İnce uzun
gülmeyi unutmuş yüzüm
avuçlarıma sığmayan bir hüzün”

Not: Şairin 1944 yılında Erzurum’da aldığı ilk nefes halen onu yaşama bağlamakta ve sıla hasretiyle kavrulan yüreği yaşlanan göğüs kafesinde ızdırap dolu yıllara inat hala atmaktadır. Ve şuan İzmir’de ikamet edip yüreğinin derinlerinde bir yerde Erzurum’u yaşamaktadır. 


(Bu yazı ilk olarak Akrep Yelkovan dergisinin 2013 Bahar sayısında yayınlandı.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder