cemil aydın
Ölümünün bıraktığı boşluk bu. Boşluğu doldurmaya çalışırken
söylediğim her şey hayaline bulanıyor. Kursağında kalmış niyetlerin hepsi benim
hırsımla bütünleşip idealim oluyor. Yarım kalmışlılığıyla bir yarımı
tamamlayabilir mi insan?
Böyle böyle eksildim işte. Birileri öldü ve etrafımdaki
boşluk genişledi, derinleşti. Ve sen öldün.
Ölümünün bıraktığı boşluk bu. Tutunmaya çalışacağım yine. Her günkü gibi
olsun günlerim, diyeceğim. Nefsime çalışmayacağım. Eşim için, çoluğum çocuğum
için didineceğim. “El âlem ne der sonra.” kaygısını mezara dek sürdüreceğim. Kefeninin
parasını ayırman, kimin seni toprağa koyacağını belirlemen, mertekleri kimin
yerleştireceğini söylemen, toprak atıldıktan sonra suyu hangi torununun dökeceğini
tembihlemen, mezar taşında neler yazması gerektiğini belirlemen “El âlem ne der?” kaygısından değil mi?
Ölümünün kusursuzluğu bundan değil mi?
…
Güneşli bir nisan sabahıydı. Camlara doğru eğilen
fındıkların gölgesi yerdeki minderlere vurmuştu. Arkada hurma ağacının üzerinde serçeler şen
şakrak ötüşüyordu. Sen her daim pencerenin dibinde duran takvimini alıp
inceliyordun. Önce ön yüzündeki hadis-i şerifi yavaş yavaş, tekrar tekrar;
başını sallayarak, iç çekerek okudun. Sonra Arabî aylardan hangisinde
olduğumuza baktın, ezan vakitlerine baktıktan sonra bir zaman köstekli saatine
daldın. Zamanı kavradıktan sonra takvimin arka yüzünü çevirip okumaya başladın.
Sonra başındaki takkeyi kafanın yukarısına doğru sıyırıp saçlarının arasını
kaşıdın, takkeni düzeltip hafifçe gerindin ve gerinmeyle birlikte gelen esnemeyi
kelime-i tevhitle savuşturmaya çalıştın. Gözlerin hafifçe sulandı. Üzerindeki
kıyafetlere baktın bir zaman. Uzun uzun inceledin hastaneden verilen mavi
pijama takımını. Sonra uyandığında ayakucuna doğru sıyırdığın yorganı üstüne
doğru çektin. Büzülen yorganın arasına karışan tespihini gördün. Kaldığın yeri
kaybetmemek için işaretlediğin çengelli iğneyi çıkarıp camın önündeki takvimin
üzerine bıraktın ve dudakların kıpırdamaya başladı. Şahadete benzer bir kıpırtı
dolanıyordu dudaklarının arasında. O an gözlerim cama doğru kaydı. Uzaklara
doğru baktım. Yolun karşısındaki tepede dozerler yolu genişletmek için çalışıyordu.
Kepçenin çalışmasını bitirdiği yerde eski bir dut ağacının kökleri belirmişti.
Daha yukarıda belki birkaç gün sonra kökleri gözüken dut ağacıyla birlikte
yerinden edilecek nerden baksan elli yıllık bir ceviz ağacı vardı. Ceviz
ağacının daha da yukarısında mezarlık yolu. Sen o yolu sık sık hatırlatırdın
bize. O anda yine anlatırsın diye aklımdan geçirmiştim.
Sana baktım tekrar. Duaya kaldırdığın ellerin titriyordu.
Derken sağ elinde sıkıca tuttuğun tespihin düştü sonra sol elin ipi kopmuş bir
uçurtma kayıtsızlığıyla... Gülümsüyordun. Mutlak sonun geldiği, düşümüzde bile
bizi ürperten, korkutan sonda gülümsedin. Omuzlarını silktin. Gözlerin
soluklaştı ve perde çekildi.
…
Tembihlediğin gibi yaptım. Beni şu ahret tepesinde yalnız komayın,
dedin. Geldim. Geldiğinizde biraz oturun, hemen kalkmayın, dedin. Oturdum bir
süre. Ama daha fazla oturmamalı. Gün akşama dönüyor. Çobanlar tarlalardan dönüyor,
traktörler römorklarında tomrukları sürüklüyor.
Az ileride bir kadın bir mezarın başında durmuş beni seyrediyor. Şüphe
çekmemek gerek. Sonra el âlem ne der?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder