14 Haziran 2015 Pazar

KABİR ZİYARETİ



cemil aydın


Ölümünün bıraktığı boşluk bu. Boşluğu doldurmaya çalışırken söylediğim her şey hayaline bulanıyor. Kursağında kalmış niyetlerin hepsi benim hırsımla bütünleşip idealim oluyor. Yarım kalmışlılığıyla bir yarımı tamamlayabilir mi insan?

Böyle böyle eksildim işte. Birileri öldü ve etrafımdaki boşluk genişledi, derinleşti. Ve sen öldün.

Ölümünün bıraktığı boşluk bu.  Tutunmaya çalışacağım yine. Her günkü gibi olsun günlerim, diyeceğim. Nefsime çalışmayacağım. Eşim için, çoluğum çocuğum için didineceğim. “El âlem ne der sonra.” kaygısını mezara dek sürdüreceğim. Kefeninin parasını ayırman, kimin seni toprağa koyacağını belirlemen, mertekleri kimin yerleştireceğini söylemen, toprak atıldıktan sonra suyu hangi torununun dökeceğini tembihlemen, mezar taşında neler yazması gerektiğini belirlemen  “El âlem ne der?” kaygısından değil mi? Ölümünün kusursuzluğu bundan değil mi?


Güneşli bir nisan sabahıydı. Camlara doğru eğilen fındıkların gölgesi yerdeki minderlere vurmuştu.  Arkada hurma ağacının üzerinde serçeler şen şakrak ötüşüyordu. Sen her daim pencerenin dibinde duran takvimini alıp inceliyordun. Önce ön yüzündeki hadis-i şerifi yavaş yavaş, tekrar tekrar; başını sallayarak, iç çekerek okudun. Sonra Arabî aylardan hangisinde olduğumuza baktın, ezan vakitlerine baktıktan sonra bir zaman köstekli saatine daldın. Zamanı kavradıktan sonra takvimin arka yüzünü çevirip okumaya başladın. Sonra başındaki takkeyi kafanın yukarısına doğru sıyırıp saçlarının arasını kaşıdın, takkeni düzeltip hafifçe gerindin ve gerinmeyle birlikte gelen esnemeyi kelime-i tevhitle savuşturmaya çalıştın. Gözlerin hafifçe sulandı. Üzerindeki kıyafetlere baktın bir zaman. Uzun uzun inceledin hastaneden verilen mavi pijama takımını. Sonra uyandığında ayakucuna doğru sıyırdığın yorganı üstüne doğru çektin. Büzülen yorganın arasına karışan tespihini gördün. Kaldığın yeri kaybetmemek için işaretlediğin çengelli iğneyi çıkarıp camın önündeki takvimin üzerine bıraktın ve dudakların kıpırdamaya başladı. Şahadete benzer bir kıpırtı dolanıyordu dudaklarının arasında. O an gözlerim cama doğru kaydı. Uzaklara doğru baktım. Yolun karşısındaki tepede dozerler yolu genişletmek için çalışıyordu. Kepçenin çalışmasını bitirdiği yerde eski bir dut ağacının kökleri belirmişti. Daha yukarıda belki birkaç gün sonra kökleri gözüken dut ağacıyla birlikte yerinden edilecek nerden baksan elli yıllık bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacının daha da yukarısında mezarlık yolu. Sen o yolu sık sık hatırlatırdın bize. O anda yine anlatırsın diye aklımdan geçirmiştim.

Sana baktım tekrar. Duaya kaldırdığın ellerin titriyordu. Derken sağ elinde sıkıca tuttuğun tespihin düştü sonra sol elin ipi kopmuş bir uçurtma kayıtsızlığıyla... Gülümsüyordun. Mutlak sonun geldiği, düşümüzde bile bizi ürperten, korkutan sonda gülümsedin. Omuzlarını silktin. Gözlerin soluklaştı ve perde çekildi.


Tembihlediğin gibi yaptım. Beni şu ahret tepesinde yalnız komayın, dedin. Geldim. Geldiğinizde biraz oturun, hemen kalkmayın, dedin. Oturdum bir süre. Ama daha fazla oturmamalı. Gün akşama dönüyor. Çobanlar tarlalardan dönüyor, traktörler römorklarında tomrukları sürüklüyor.  Az ileride bir kadın bir mezarın başında durmuş beni seyrediyor. Şüphe çekmemek gerek. Sonra el âlem ne der?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder