cemil aydın
Yalan söylemiştim. Aslında yalan söylemek aklımın ucundan
geçmemişti. Bir anda göğsümden kulaklarıma doğru bir sızı yayılmış, heyecandan
dudaklarım titremiş, gözlerim beynimin emrinden çıkmıştı.( Yalan hesaba gelir
bi şey miydi?) O an aklıma üşüşen harfleri sabah içtimasına yetişmeye çalışan
askerler gibi gürültüyle, telaşla koşturmuş her asker nasıl onca kişinin
arasından kimseye çarpmadan, takılmadan sırasına geçiyorsa her harf aynı
şekilde kusursuzca yerine yerleşmişti. Bu kurulu düzenin bir komutanı olmalıydı
elbette. Düşündüm. Ne zaman hizaya soktum ben bunca kelimeyi, bunca düşünceyi.
Yalan aklımın ucuna geldiğinde… Nasıl oldu da çıkabildim bu karmaşadan. Kendini
yalan söylemeye hazırlıklı tutan herkes usta bir yalancı olma yolunda önemli
bir adım atmış sayılır. Benim farkında olmadığım ama durup düşündüğümde aklıma
gelen ilk cevap bu. Doğruluğuna da inanıyorum şu an için. Ama olur da bunun
aksini ispat ederse bir insanoğlu sanki bu düşünce aklımın ucundan hiç geçmemiş
gibi davranırım. Bu manevra kabiliyetini tabii görmem yalansız bir hayatı
benden uzak tutuyor. Yalansız bir hayat beni memnun eder mi? Düşünüyorum ilk ne zaman yalan söyledim
acaba? Mutlak bir zaman belirmiyor zihnimde. Yalansız bir hayatı yaşadıysam da
bu hayata dair hafızamda bir iz yok. Kendimi bilmediğim, annemin babamın
kucağından inmediğim zamanları nasıl hatırlayabilirim ki?
Küçükken anne baba sevgisinden mahrum olanların kötücül
duygulara yatkın olabileceğini söylemişti televizyona çıkan bir doktor. Bundan
mıydı? Çocuk öpülecek, yanakları sıkılacak sırtı sıvazlanacak ki kıymetli
olduğu bilinsin. Sahi benim en son ne zaman sırtım sıvazlandı? Hatırlamıyorum.
Olsa olsa anne ya da babam ağladığım gecelerde gazımı çıkarmam için okşamıştır
sırtımı. Belki beni rahatlatmak için yapsalar da asıl maksatları uykularını
bölen sesimin kesilmesiydi.
Hayatta elde edemediklerine takılı kalan birey,
hırslanır. Kaçırdıklarını, kendinde olması gerektiğini düşündüklerini kazanmak
ister. Bu yolda onun için her şey mubahtır. Başkalarının canını acıtır, yalan
söyler, mazluma acımaz…
Düşünüyorum da hayatta elde edebildiğim ne varsa söylediğim
yalanlara borçluyum. Hayatta elde edemediğim bazı şeylerin olduğunu bana fark
ettiren etrafımdaki hırslı insanlar olmuştur. Menfaati için tüm değerleri alt
üst eden; paylaşmak, başkasının derdiyle dertlenmek gibi bir çabası olmadığından
sevgisini betona gömmüş bu insanların tokatları beni kendime getirdi.
Çocukluktan sıyrılıp da para kazanmanın zamanı gelince nasıl tokat atılacağını
iyi biliyordum! Yalan, insanlara yıkıcı bir tokat atmanın tatmin edici bir
yoluydu.
Söylediğim yalan beni tatmin etti mi etmedi bilemiyorum.
Henüz bunu ayırt edebilecek duygusal olgunluğa erişmediğimi itiraf etmeliyim.
Ancak yalanın bende uyandırdığı – mutlaka şeytani- heyecan onun büyülü
cazibesindendi. İçimde bir yerlerde dayanılmaz bir heves… Sanki kalbimden dörtnala
atlar şahlanıyor, beynime doğru tozu dumana katarak ilerliyor.
Atların kalbimden tozu dumana katarak şahlandığı bir andı.
Yalan söylemiştim: Seni çok seviyorum.
Ne okuduğum romanlardaki ne de filmlerde seyrettiğim o mutlu
anlara benzer bir aşktı yaşadığım. Nasıl olması gerektiğini bilmediğim, neler
hissedeceğimi bilmediğim bir serüvenin ortasında buldum kendimi. Bir yol vardı ve
epey ilerlediğimi düşünüyordum bu yolda. Söylenmesi gereken bir şey vardı ve
bir çırpıda söyleyiverdim: Seni çok seviyorum.
Duymamıştı. Nasıl olur da duymazdı söylediklerimi.
Gözlerinde en ufak bir kıpırtı yoktu. Bu nasıl bir kız? Seviyorum, dedim be! İnsan
elini kolunu nereye koyacağını şaşırır, ne bileyim çığlık
atar,ağlar,sarılır,bir şeyler söyler. Niye böyle put gibi duruyordu?
Kadın öylece duruyordu masada, gözleri göl durgunluğu… Elleri
kırık bir dal gibi sarkıyordu masanın üzerinde, dudakları çorak bir dağ. Taş
gibi sert, zamanı sindirmiş bir vücut, öylece kalakalmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder