cemil aydın
Oturduğum koltuğun önünde dünyaya açılan sürgülü bir cam. Çek sürgüyü, ver malı, al parayı, çek sürgüyü, ver malı, al parayı…
Böyle bir hayatı düşlememiştim. Zaten ne olduysa gölgesinde
dinlendiğim ceviz ağacının, alabildiğine uzanan ormanların velhasıl
sahip olduğum nimetlerin kadrini kıymetini bilmemezlikten oldu. Memnun
olmadım. Memnun olmadığım gibi, beni neyin daha fazla memnun edeceğini
hiç düşünmedim.
Sonra dedem öldü. Ağustosun ilk günü toprağa verdik dedemi. Ölümüm o zaman başlamıştı.
İnsanın farkına varmadan hayat sebebi haline getirdiği alışkanlıkları
vardır. Gün ışımadan uyanmak böyle bir alışkanlıktı benim için. Kuşluk
namazı kılmak, öğlen uykusuna yatmak, ikindiden sonra uyumamak, tesbih
çekerek beklemek akşam ezanını. Bu alışkanlıklarımı dedemle kazanmıştım.
Onun varlığıyla mümkün olan nedense içselleştiremediğim bu
alışkanlıklarımı kaybettim öldüğünde.
Aptalca bir şaşkınlıktı yaşadığım.
Hiçbir mukavemetim yoktu akıp giden hayata. Ev yıkılsındı para yaparken
satılsındı. Ne yapabilirdim?
Oysa dedem içten içe bu günleri zihninde yaşamış ve beni kendi
tecrübelerini, alışkanlıklarını yaşatacak bir bekçi gibi yetiştirmişti.
Bunu fark edebiliyordum üzerime eğilmesinden, verdiği kıymetten. Hoşuma
gidiyordu. Gel gelelim dedemin çabalarını boşa çıkartmıştım.
Ölüm, doğanın en ufak bir kıpırtısının kusursuzca fark edildiği bu
mezrada yüreğimi, aklımı tahrip etmişti. Dedemin ölümünün tüm ağırlığını
ben üstlenmiştim ve bu ağırlık beni hareketsizleştirmiş,
donuklaştırmıştı. Öyle ki her eşyasında dokunuşlarımın izi olan bu ahşap
evin, kaplıca yolunun köyümüzden geçecek olmasından dolayı
değerlendiğinden kardeşlerimce müteahhite teslim edilmesine bile ses
çıkaramadım. Abim: “Bir süre bizde kalırsın, ev bittiğinde sana da bir
daire düşer, tekrar gelirsin buralara merak etme. “ dediği günün gecesi
ağlamakla geçmişti. Lanet ediyordum talihime. Kahrolası yolun köyümüzden
geçeceği konuşulmaya başlandığından bu yana köyün mirasını müteahhitler
paylaştırmaya başlamıştı. Böylece köyün çehresi değişmiş, kardeşlerin
arasına soğukluk girmiş, mahkeme nedir bilmeyenler avukat bulma derdine
düşmüştü. Müteahhitlere göre bunlar olağan şeylerdi. Hem onların kötü
bir niyeti yoktu kendilerince. 3+1 daire,110 metrekare, ebeveyn banyolu,
şömineli, mantolu ev yapacaklardı bize, daha ne olsundu. Oysa ben
camlarına serçelerin gaga vurduğu, fındık dallarının, asmaların
gölgelediği; akşamsefalarının, menekşelerin, sümbüllerin, fesleğenlerin
bir kale gibi çevirdiği terası bulunan ve bu terasta yıldızlı yaz
gecelerinde gökyüzünü seyrettiğim ahşap evimizden silme beton bir eve
nasıl geçerdim? Dökülecek betonlar yüreğimi, aklımı dondurmaz mıydı?
Yakıcı soruların rahatsızlığıyla uyur uyanık geçirdiğim her gecenin
sabahında kendimi bir önceki günden daha yalnız, daha savunmasız, daha
güçsüz hissederek uyanıyordum. Yolun ortasında yürüyen dedeme araba
çarpar mı, hırçın köpeğimiz Karabaş salıkken acaba mahallemize misafir
gelir miydi, gaz yağı daha ne kadar idare ederdi kaygıları artık
bitmişti. Kaygısı olmayan adamın kavgası da olmuyormuş, anladım.
Kaygısızca seyrediyordum olan biteni. Sanki olan biten her şey yaşamam
gereken acı bir tecrübeymiş gibi öylesine karşılıyordum kaderimi.
Saatin tik takları hiç durmamış ve evin yıkılma zamanı gelmişti.
Duramadım, izleyemedim evimizin yıkılışını. Dozer tüm hışmıyla evimizin
üzerine yürürken ben savaş meydanını terk eden firari bir asker gibi
koşarak uzaklaşıyordum. Hızımı gittikçe artırarak koşuyordum. Sanki
dursam bir daha susmamacasına ağlayacaktım. Öyle doluydum ki ağlasam şu
Nazlıdere’nin suları taşacaktı gözyaşımdan. Koştum, koştum, yüreğimin
atışlarını kulağımda hissetmeye başlamıştım. Şakaklarım kabarıyordu.
Sırtım buz kesilmişti. Ayaklarımda derman kalmamıştı. Yavaşlamaya
başladım. Bir kuş gibi yalpaladım. Gözlerim karardı. Böğürtlenlerin
arasına yüzükoyun yıkılmışım evimiz paramparça olurken.
Sonrası gurbeti taşımaktı gittiğim her yere. Kasabada kalan abimin
yanında evlatlık gibi sığındığım zamanlar gelmişti. Önceleri
umutluydum. Mutlu olacağıma inanmak istedim. Önce yengem kırdı hevesimi.
Hal hatır sormalarıma, gülümsemelerime duvar kesilmiş yüzüyle karşılık
verdi. Ona göre misafirliğim gereğinden fazla uzamıştı. Kendisine ait
bir hayatı ne zaman olacaktı? Bıkmıştı hep bir şeyleri beklemekten,
birilerini idare etmekten. Bir an önce evden gitmeliydim. Başka
kardeşlerim de vardı, onlarda da kalabilirdim. Sülalenin enayisi sen
misin, diyordu abime. Abim azıcık dişini sıkmasını, benim kimseye
zararımın olmadığını, ayrıca büfeyi işleterek kendisine ek iş yapma
fırsatı sunduğumu, evi bir an önce bitirebilmek için biraz daha
sabretmeleri gerektiğini söyleyerek sakinleştirmeye çalışıyordu yengemi.
Kulak misafiri olduğum bu tartışmalar beni öfkelendirse de evin huzuru
benim yüzümden bozulmasın diye ses çıkartmıyordum. Bir ömürdü işte
yaşadığımız, geçirilmesi gereken.
Geçirilmesi gereken bu ömrümde ölümümü hızlandıran bayram sabahları
olmuştur. Bayram sabahları taze süt ve cevizli lokumdu benim için.
Bayram sabahları tekbirlerle yürümekti, selam vermekti her gördüğüne.
Bayram sabahları sokağın dolup taşmasıydı bayram cemaatiyle. Tek tük de
olsa kaplıcalara doğru yola koyulan bayram bayram tatile giden
nasipsizlere Allah’tan hidayet dilemekti yolu onlara açarken. Son
zamanlarda bayramlaşma artık cami içerisinde yapılıyor. Çünkü arabalar
vızır vızır gidiyor kaplıcalara doğru, nasipsizlerin sayıları arttı.
Selamlar artık duyulur duyulmaz bir sesle veriliyor. Tekbirsiz yürünüyor
yollar. Artık aç düşüyoruz yola bayram sabahları. Yine de değişmeyen
bir şey var. Mezarlığa gitmek. Tepelerde beni yalnız koymayın, derdi
dedem. Hasretle baktırmayın yukarılardan. Köyü tepeden gören dik bir
yokuşun sonundaydı mezarlık. Mezarlığa gittiğim bayram sabahında dedemin
hayattayken ısrarla yapmamızı istediği ziyaretler bana utanç veriyordu
artık. Dedem ölmüştü. Dua bekliyordu oğullarından, torunlarından. Arife
gününden akrabaların tümünün evimize doluştuğu bayramlar geride kalmıştı
artık. Arife günlerinde köyde kimse yok. Bayramın ilk günü gelip hemen
kaçıyor artık onun oğulları. Ben dedeme olan sevgimden, biraz da
abilerimin günahını omuzladığımdan uzun uzun oturuyorum mezarının
başında. Geldiniz mi hemen kalkmayın, derdi dedem. Biraz seyredeyim
sizi. Otururdum ben de. Dertleşirdim. Konuşmazdım ama konuşmak günahtı
mezarlıkta. Dertleşirdim dediysem uzun uzun susardım işte. Dua ederdim
sonra susardım, susardım, susardım…
Şimdi bir bayram sabahında büfenin sürgülü camını açıp kapıyorum.
Müteahhit evi bitirmeden yurtdışına kaçtı. Evi tamamlamak için daha çok
paraya ihtiyacımız var. Bu yüzden büfemiz açık. Bayram namazını
kıldıktan sonra büfeye geldim. Bolca köy ekmeği sattım, harçlıklarını
erkenden bitirmeye niyetli çocuklara şekerler, çikolatalar… Müşteriyi
gönderip camı kapattığım her an dedem geliyor gözümün önüne. Yokuşun
tepesinden derin derin bakıyor bana doğru. Ürpererek silkiniyorum.
Karnım gurulduyor. Açım. Önümde süt ve cevizli lokum. Boğazımda yumruk.
Yiyemiyorum.