20 Şubat 2015 Cuma

BİR DELİNİN İŞİ GÜCÜ




cemil aydın


balıkçıları günaydınsız bırakmam
kalemime sarılır gibi sarılırım denize
seher vakti öperim martıları kanadından

şiirler mırıldanırım lodosa karışır
sokaklara karışırım doludizgin
dilencilere sitem ederim

mezarlıklara karanfil yetiştiririm
servilerin dertlerini dinler
anlatırım mahalle kahvelerinde

Tanrı’yı arar dururum
her doğan çocukta beklerim onu
bilsem de gelmeyeceğini

dullara sevdiririm kendimi, bilmeden
bir putun suçsuzluğunu taşırım
dilemeden tapılmanın günahını.

bir kız seviyorum sır saklamam
ölüler şehirden kovulmadan
çağıracağım onu mezarlığa

siz de gelir misiniz mezarlığa?
bir trafik kazası olmasam da
bakar mısınız bana?

(Bu şiir Sahte Putlar dergisinin 4.sayısında yer almıştır.)

13 Şubat 2015 Cuma

DÜŞ BOZUMU



cemil aydın


Yokuşun sonuna vardığınızda şehrin ışıltılı caddelerine biraz daha yaklaştığınızı anlarsınız. Gecekondu mahallesinde yürürken uzun aralıklarla sıralanmış sokak lambalarına eşlik eden evlerin soluk ışıklarından başka feneriniz olmaz ancak bu yokuşu tamamladığınızda ışıltı artar. Sokak lambalarının şeklini ve rengini değişmiş bulursunuz. Her apartmanda spot lambalar bulunur. Dükkânlarda her bir eşya için ayrı bir ışık oyunu sergilenir. Camekânlar gözlerinizi alır. Bu caddedeki kapalı dükkânların ışıltısını gecekondu mahallesinde ancak düğünlerde görebilirsiniz.

İşte bu yokuşu çıkıp şehrin kalabalığına karışmak için yürüdüğüm sıradan bir günün sıradan bir akşamında yine onu gördüm.

Ne zaman buralara gelse onu yangından sonra restore edilip otele döndürülen eski Rum konağının önünde görürdüm. Kulaklarını kapatan uzun saçları bakımlı ama şekilsiz durur. Kafasında düştü düşecek bir kasket, üzerinde birkaç beden bol kırmızı gömleği, altında siyah İspanyol paça pantolonu, ayaklarında gondolu andıran uzun kunduralarıyla bir görenin bir daha unutamayacağı cinste bir adam.

Konağın tarihi önemini öğrenir öğrenmez fotoğraf çekmeye yeltenen tüm turistlerin amacı onu çekmek olmasa da bütün fotoğraflara mutlaka ilişen bu adam, şehrin önemsiz ama garip bir şekilde vazgeçilmez bir dekoru olmuştu.

Onun görünüşünden başka dikkat çeken bir özelliği daha vardı: Bağırarak şiir okumak. Eğer buraya sık sık gelmiyorsanız onu sadece bu özelliğiyle tanıyabilirsiniz. Herkesin dışarıda olduğu bu vakitlerde okuduğu şiirler dışında hiçbir şey konuşmaz, sorulan hiçbir soruya cevap vermez ve kendinden istenen hiçbir şiiri okumazdı. Hangi şiirleri okuduğunu bilmiyordum ama okuduğu şiirlerin yabancı şairlere ait olduğunu düşündüm hep. Hiçbir işimin olmadığı vakitlerde onun dikildiği konağın tam karşısındaki pastanenin yanındaki banka oturur onun okuduğu şiirleri dinlerim. Okuduğu şiirleri dinlediğimde kendimi gitmediğim ve gitmemin mümkün olmadığı bir ülkede hissederim. Bir göl kıyısında sessizce oturup bulutları seyrettiğim, uzaklardan yabani hayvanların sesini işittiğim bir ülke…

Okuduğu şiirleri çok fazla anlamasam da bana hissettirdiği bu güzel duygular için onu dinlemeyi zamanla alışkanlık haline getirdim. İnsanın anlamadığı bir şeye duygulanmasının safça olduğunu düşünmüşümdür hep. Olsun, belki de beni etkileyen onun okuduğu şiirler değil şiirleri okurken yaptığı hareketlerdi. Evet, bu adam şiir okurken aynı zamanda bu şiiri yaşıyordu. Dinleyenlerin görmediği birine kimi zaman meydan okuyor, kimi zaman yalvarıyordu. Bazen onunla dans ediyor, bazen omzunda ağlıyordu. Okuduğu tüm şiirlerin sonunda sağ elini kalbinin üzerine koyar sol eliyle sağ elini sıkıca kapatır ve başını gökyüzüne dikerdi. Tam o anda etrafında onu seyretmek için toplananlardan cılız bir alkış sesi duyulur alkış tamamlanmak üzereyken oradan geçmekte olan ve olan bitenden haberi olmayan insanlar sırf iş olsun diye alkışlamaya başlar ve böylece bulunduğumuz yere uzakta olan herkes mühim bir organizasyon varmışçasına koşar adımlarla ne olup bittiğine bakmaya gelirlerdi. Böylece etraf gittikçe kalabalıklaşır ve onu oturduğum yerden göremezdim. Yine de yerimden kalkmazdım. Çünkü toplanan kalabalık cadde boyu uzanan çalgıcıların eğlencelerine, hokkabazların numaralarına ve ufak tefek kavgalara ve hırsızlıklara ilgi gösterdiğinden şiir onlara yeterince ilgi çekici gelmez ve kalabalık yavaş yavaş oradan dağılmaya başlar. Benim de önüm açılmış olur ve kalkmayarak yerimi kaybetme riskini savuşturduğumdan ne kadar doğru bir iş yaptığımın haklı gururunu yaşardım.

Adam, kendince belirlediği bir vakte kadar şiirlerini okumaya devam eder ve son şiirini okuduktan sonra başındaki kasketi olduğu yere bırakır ve sigarasını yakarak konağın merdivenlerine kurulurdu. Şiirin tamamlandığı o kısa an orda bulunanlar ve benim gibi uzun süredir şiirleri dinleyen üç beş sadık dinleyici, kaskete gönlümüzden kopanları bırakırdık. Ben de bu adamla birlikte sigaramı yakıp onun gitmesini beklerdim. Yaktığım sigara gün içerisinde içtiğim tek sigaraydı. Evet, bu adama garip bir şekilde sadakatle bağlanmış ve sırf gitme anına kadar onu seyretmek için ben de sigara içmeye başlamıştım. Bu şekilde 20 günde bir sigaramı yeniliyordum.

Sigaralarımız bittiğinde adam kasketini yerden alır, içindeki paraları pantolonuna koyduktan sonra konağın yanındaki dar geçide girerek gözden kaybolurdu. Bir filmin sonunu izler gibi izliyordum her gece onun o karanlık geçitte gözden kayboluşunu. O gittikten sonra caddeyi sonuna kadar avare avare gezip yokuşun başına geri dönüyordum. Yokuştan aşağı inmeden önce dönüp son bir kez caddeyi süzüyor ve derin bir nefes alarak evime dönüyordum.

Ancak o gün tüm bunlar yaşanmamış, benim farkında olmadan bağlandığım garip şair kendi şiirlerini okumayı bırakmış ve kendisinin kulağına fısıldanan ya da kendisine uzatılan kâğıtlardaki, peçetelerdeki şiirleri okuyordu. Üstelik kâğıtta yazan sıradan sevgi cümlelerini yüksek sesle okuyordu. Şiirlerini yanında getirdiği ahşap sandalyesine oturarak okuyor, şiirlerin sonunda ellerini göğsünde kavuşturmuyordu. Etrafındaki kalabalık daha da artmış, daha fazla alkış almaya başlamıştı. Kasketinde daha fazla para vardı ve kasketini doldurmak için gezen küçük bir yardımcıya sahipti artık. O gün dinlediğim hiçbir şiiri beni uzak ülkelere götürmedi. Okuduğu şiirler yabancı şairlere değil de herhangi bir günün gündüz vaktinde televizyonda görebileceğiniz fon müziği eşliğinde okunan şiirlere benziyordu. Tam bir hayal kırıklığıydı benim için. Yine de onu seyretmeye devam ettim. Bir süre daha şiirler okuduktan sonra etrafta kimse kalmadı. Yardımcısından kasketindeki son paraları getirmesini istedi. Paraları saydıktan sonra cebindeki naylon poşeti çıkardı ve özenle paraları poşete yerleştirdi. Sigarasını bu sefer konağın merdivenlerinde değil her gün gözden yittiği dar geçide doğru yürürken içti. O gittikten sonra kendimi yorgun hissettim. Ne yürümek istiyordum caddeyi ne de eve dönmek. Öylece kalakaldım yerimde. Ceketimin cebinden sigara paketini çıkardım. Üç dal sigaram vardı. Birini aldım. Pantolonumun ceplerini yokladım, ceketimin ceplerini yokladım. Hayır, yanımda çakmağım yoktu. Sigarayı alıp fırlattım, paketi buruşturup diğer tarafa attım. Kalktım eve doğru yürüdüm.

Her şeyin bir yeri vardı bu hayatta. Umudumu bir yere iliştiremedim.

Yokuştan aşağı her adım atışımda sanki görünmez bir el ışıkları tek tek söndürüyor, etrafın sesini kısıyordu.

Karanlık ve sessizlik kaldı bana.

12 Şubat 2015 Perşembe

HER ŞEY HATIRA OLUR,GURBET KALIR GERİYE



cemil aydın


Oturduğum koltuğun önünde dünyaya açılan sürgülü bir cam. Çek sürgüyü, ver malı, al parayı, çek sürgüyü, ver malı, al parayı…

Böyle bir hayatı düşlememiştim. Zaten ne olduysa gölgesinde dinlendiğim ceviz ağacının, alabildiğine uzanan ormanların velhasıl sahip olduğum nimetlerin kadrini kıymetini bilmemezlikten oldu. Memnun olmadım. Memnun olmadığım gibi, beni neyin daha fazla memnun edeceğini hiç düşünmedim.


Sonra dedem öldü. Ağustosun ilk günü toprağa verdik dedemi. Ölümüm o zaman başlamıştı.

İnsanın farkına varmadan hayat sebebi haline getirdiği alışkanlıkları vardır. Gün ışımadan uyanmak böyle bir alışkanlıktı benim için. Kuşluk namazı kılmak, öğlen uykusuna yatmak, ikindiden sonra uyumamak, tesbih çekerek beklemek akşam ezanını. Bu alışkanlıklarımı dedemle kazanmıştım. Onun varlığıyla mümkün olan nedense içselleştiremediğim bu alışkanlıklarımı kaybettim öldüğünde.

Aptalca bir şaşkınlıktı yaşadığım. Hiçbir mukavemetim yoktu akıp giden hayata. Ev yıkılsındı para yaparken satılsındı. Ne yapabilirdim?

Oysa dedem içten içe bu günleri zihninde yaşamış ve beni kendi tecrübelerini, alışkanlıklarını yaşatacak bir bekçi gibi yetiştirmişti. Bunu fark edebiliyordum üzerime eğilmesinden, verdiği kıymetten. Hoşuma gidiyordu. Gel gelelim dedemin çabalarını boşa çıkartmıştım.

Ölüm, doğanın en ufak bir kıpırtısının kusursuzca fark edildiği bu mezrada yüreğimi, aklımı tahrip etmişti. Dedemin ölümünün tüm ağırlığını ben üstlenmiştim ve bu ağırlık beni hareketsizleştirmiş, donuklaştırmıştı. Öyle ki her eşyasında dokunuşlarımın izi olan bu ahşap evin, kaplıca yolunun köyümüzden geçecek olmasından dolayı değerlendiğinden kardeşlerimce müteahhite teslim edilmesine bile ses çıkaramadım.  Abim: “Bir süre bizde kalırsın, ev bittiğinde sana da bir daire düşer, tekrar gelirsin buralara merak etme. “ dediği günün gecesi ağlamakla geçmişti. Lanet ediyordum talihime. Kahrolası yolun köyümüzden geçeceği konuşulmaya başlandığından bu yana köyün mirasını müteahhitler paylaştırmaya başlamıştı. Böylece köyün çehresi değişmiş, kardeşlerin arasına soğukluk girmiş, mahkeme nedir bilmeyenler avukat bulma derdine düşmüştü. Müteahhitlere göre bunlar olağan şeylerdi. Hem onların kötü bir niyeti yoktu kendilerince. 3+1 daire,110 metrekare, ebeveyn banyolu, şömineli, mantolu ev yapacaklardı bize, daha ne olsundu. Oysa ben camlarına serçelerin gaga vurduğu, fındık dallarının, asmaların gölgelediği; akşamsefalarının, menekşelerin, sümbüllerin, fesleğenlerin bir kale gibi çevirdiği terası bulunan ve bu terasta yıldızlı yaz gecelerinde gökyüzünü seyrettiğim ahşap evimizden silme beton bir eve nasıl geçerdim? Dökülecek betonlar yüreğimi, aklımı dondurmaz mıydı?

Yakıcı soruların rahatsızlığıyla uyur uyanık geçirdiğim her gecenin sabahında kendimi bir önceki günden daha yalnız, daha savunmasız, daha güçsüz hissederek uyanıyordum. Yolun ortasında yürüyen dedeme araba çarpar mı, hırçın köpeğimiz Karabaş salıkken acaba mahallemize misafir gelir miydi, gaz yağı daha ne kadar idare ederdi kaygıları artık bitmişti. Kaygısı olmayan adamın kavgası da olmuyormuş, anladım.  Kaygısızca seyrediyordum olan biteni. Sanki olan biten her şey yaşamam gereken acı bir tecrübeymiş gibi öylesine karşılıyordum kaderimi.

Saatin tik takları hiç durmamış ve evin yıkılma zamanı gelmişti. Duramadım, izleyemedim evimizin yıkılışını. Dozer tüm hışmıyla evimizin üzerine yürürken ben savaş meydanını terk eden firari bir asker gibi koşarak uzaklaşıyordum.  Hızımı gittikçe artırarak koşuyordum. Sanki dursam bir daha susmamacasına ağlayacaktım. Öyle doluydum ki ağlasam şu Nazlıdere’nin suları taşacaktı gözyaşımdan. Koştum, koştum, yüreğimin atışlarını kulağımda hissetmeye başlamıştım. Şakaklarım kabarıyordu. Sırtım buz kesilmişti. Ayaklarımda derman kalmamıştı. Yavaşlamaya başladım. Bir kuş gibi yalpaladım. Gözlerim karardı. Böğürtlenlerin arasına yüzükoyun yıkılmışım evimiz paramparça olurken.

Sonrası gurbeti taşımaktı gittiğim her yere. Kasabada kalan abimin yanında evlatlık gibi sığındığım zamanlar gelmişti.  Önceleri umutluydum. Mutlu olacağıma inanmak istedim. Önce yengem kırdı hevesimi. Hal hatır sormalarıma, gülümsemelerime duvar kesilmiş yüzüyle karşılık verdi.  Ona göre misafirliğim gereğinden fazla uzamıştı. Kendisine ait bir hayatı ne zaman olacaktı? Bıkmıştı hep bir şeyleri beklemekten, birilerini idare etmekten. Bir an önce evden gitmeliydim. Başka kardeşlerim de vardı, onlarda da kalabilirdim. Sülalenin enayisi sen misin, diyordu abime. Abim azıcık dişini sıkmasını, benim kimseye zararımın olmadığını, ayrıca büfeyi işleterek kendisine ek iş yapma fırsatı sunduğumu, evi bir an önce bitirebilmek için biraz daha sabretmeleri gerektiğini söyleyerek sakinleştirmeye çalışıyordu yengemi. Kulak misafiri olduğum bu tartışmalar beni öfkelendirse de evin huzuru benim yüzümden bozulmasın diye ses çıkartmıyordum. Bir ömürdü işte yaşadığımız, geçirilmesi gereken.

Geçirilmesi gereken bu ömrümde ölümümü hızlandıran bayram sabahları olmuştur. Bayram sabahları taze süt ve cevizli lokumdu benim için. Bayram sabahları tekbirlerle yürümekti, selam vermekti her gördüğüne. Bayram sabahları sokağın dolup taşmasıydı bayram cemaatiyle. Tek tük de olsa kaplıcalara doğru yola koyulan bayram bayram tatile giden nasipsizlere Allah’tan hidayet dilemekti yolu onlara açarken. Son zamanlarda bayramlaşma artık cami içerisinde yapılıyor. Çünkü arabalar vızır vızır gidiyor kaplıcalara doğru, nasipsizlerin sayıları arttı. Selamlar artık duyulur duyulmaz bir sesle veriliyor. Tekbirsiz yürünüyor yollar. Artık aç düşüyoruz yola bayram sabahları. Yine de değişmeyen bir şey var. Mezarlığa gitmek. Tepelerde beni yalnız koymayın, derdi dedem. Hasretle baktırmayın yukarılardan. Köyü tepeden gören dik bir yokuşun sonundaydı mezarlık. Mezarlığa gittiğim bayram sabahında dedemin hayattayken ısrarla yapmamızı istediği ziyaretler bana utanç veriyordu artık. Dedem ölmüştü. Dua bekliyordu oğullarından, torunlarından. Arife gününden akrabaların tümünün evimize doluştuğu bayramlar geride kalmıştı artık. Arife günlerinde köyde kimse yok. Bayramın ilk günü gelip hemen kaçıyor artık onun oğulları. Ben dedeme olan sevgimden, biraz da abilerimin günahını omuzladığımdan uzun uzun oturuyorum mezarının başında. Geldiniz mi hemen kalkmayın, derdi dedem. Biraz seyredeyim sizi. Otururdum ben de. Dertleşirdim. Konuşmazdım ama konuşmak günahtı mezarlıkta.  Dertleşirdim dediysem uzun uzun susardım işte. Dua ederdim sonra susardım, susardım, susardım…

Şimdi bir bayram sabahında büfenin sürgülü camını açıp kapıyorum. Müteahhit evi bitirmeden yurtdışına kaçtı. Evi tamamlamak için daha çok paraya ihtiyacımız var. Bu yüzden büfemiz açık. Bayram namazını kıldıktan sonra büfeye geldim. Bolca köy ekmeği sattım, harçlıklarını erkenden bitirmeye niyetli çocuklara şekerler, çikolatalar… Müşteriyi gönderip camı kapattığım her an dedem geliyor gözümün önüne. Yokuşun tepesinden derin derin bakıyor bana doğru. Ürpererek silkiniyorum. Karnım gurulduyor. Açım. Önümde süt ve cevizli lokum. Boğazımda yumruk. Yiyemiyorum.

5 Şubat 2015 Perşembe

UZANSIN SÖĞÜT DALI PENCEREMDEN İÇERİ



cemil aydın


Gözlerimin önünden geçiyor ömrüm
Gökdelenlere baktığımda
Nefesim tıkanıyor, göğüm kararıyor

Günler geçiyor, insan değişiyor
Dağa kar düşüyor, şehir klimalı
Mirası müteahhitler paylaştırıyor eyvah
Evler bahçesiz, teraslar güvercinsiz
Artık uçurtmaları sayamaz oğlum gökyüzünde

Şehirler büyümesin, dağlar aşınmasın
Uzansın söğüt dalı penceremden içeri
Ellerimle getireyim sevdiğime
Bahçemdeki yaban güllerini


4 Şubat 2015 Çarşamba

UNUTULAN ŞİİR


cemil aydın 


Kapıları kapattım
Anahtarsız çıktım dışarı
Keyifsiz ve tasasızdım yine
Üstüne beyaz çarşaflar örtülmüş
Terk edilmiş bir koltuk gibiydim
Göze takılan bir ölüydük biz:
Koltuk ve ben

Koltuğa bıraktım kitaplarımı
Düşlerimi orada toplayıp dağıttım bir çırpıda
Sigaramı orada yaktım
Uyukladım yalnızlığımı anlamaya çalışırken
Orada koltukta sevebiliyordum hala sokakları
Sokaklar daralmamıştı bu kadar
Bir sanrıya tutulurken yani gece çökmüşken üstümüze
Yürünebiliyordu sevgiliyle yollarda
Güzeldi bir sevgiliyi düşlemek
Bir gün düşlerini gerçekleştirme deliliğine kapılmadıkça

Tutabilir miydim kendimi bunca yalnızken
Çoğalmalıydım sıkıntılı gecelerde
Belki son olurdu, belki böyle karşı koyabilirdik
Sahi neye karşıydım ben
Belki bunu hatırlatırdı bir sevgili

Karşıma neyi koyduysam belli belirsiz
O puslu fotoğraf işte yollarda yürürken gördüğüm
Dikiliverirdi karşıma
Gülümserdim, belki mutlu olduğumu zannederdim
Neye sıkıldıysam, neye dertlendiysem, neye umutsuzlandıysam
Değmiş, derdim değmiş
Duvarlara gömdüğüm tablolar belirirdi dört bir yanda
Hiç açmaz dediğim çiçekler açardı
Güzeldi tüm bunlar düşlediğimde
Ama ben deli değilim.

Beni hala rüzgâr eğliyor kapı gıcırtılarında
Pervaza konan güvercinler avutuyor
Ekmeğimi bölüşüyorum karıncalarla
Ziller benim için çalmıyor hiçbir zaman
Çalmayacak hiç kimse benden hiçbir şeyi
İzin vermeyeceğim sesimin titremesine
Kimse seslenemeyecek bana balkonlardan
Ve çağırmayacağım hiç kimseyi eve akşamları
Geçen zamanın ağıdını tek başıma yakacağım

Siz hiç düşünür müsünüz zamana dokunmak nasıl bir şeydir
Bir çocuk gibi gözümü kırpmadan baksam
Göreceğimi zannederim bazen
Bilmem hangi tuzağı kursam avucuma almak için
Kim hatırlar benim unuttuğumu
Ve niye hatırlarım ben unutulan her şeyi
Bu soruyu neden sordum zaman gelip geçerken
Soru sormak kendine tuzak kurmakmış
Bir kez daha öğrendim
Unutmak için bir soruya yürürken

Kapıları kapattım
Anahtarsız çıktım dışarı
Keyifsiz ve tasasızdım yine

Sahi, ben mi söyledim tüm bunları?