adnan sayım
Adam yürümek üzereydi. Hatta attığı ilk adım yürümek olarak sayılırsa, basbayağı yürüyordu. Yani yürümeye başlamıştı desek; adamın içindeki çelişki zerreciklerinden birinin, soluduğu havada uçuştuğunu anlayabiliriz. Yine yürüyor adam. Adı “Yürüyen Adam”, bu yakıştırma ne kadar yakışıksız kaçsa da, yürüyen bir adama ilk koyacağımız tanım, “Yürüyen Adam” dır.
Yürüsün yürüsün adam. Birkaç it ürüsün, birkaç kervan yürüsün. Yürüsün ki kapitalizmin namı yürüsün. Her neyse adam yürüyordu. Hayır, yağmur yağmıyordu ve gecenin bir yarısı da değildi o yürürken. Güpegündüz bir gündüz vaktiydi. Ve adam yürür adımlarla yürüyordu.
Ana avrat dümdüz gidiyordu adam. Yürüdüğü yol sapaksız, bükümsüz, dörtyolsuz dümdüz bir yoldu çünkü. Bu çukur bu yolundu. Adam çukuru takip etse, vardığı yerde varlığının farkına varacaktı. Varamadan var olamazsın diyordu içinden bir ses. (bu cümlenin sonunda enfes kelimesinin kullanılması, yazar tarafından bir an için düşünülmüş, hatta uyak oluşturması için bir cümle uydurulmuş ama sonra koyver gitsin anlayışı benimsenerek vazgeçilmiştir.) Bütün bunlardan adamın haberi yoktu ve adam mallamasına yürüyordu. Ve mal fiyatları küçükbaşlara oranla yüzde elli daha pahalıydı. Yanından geçerken bir celeple müşterinin konuşması hatta hırlaşması ve tokalaşmasına şahit oluyordu adam. Yürüyordu.
Adam yürüyordu. Kahkaha sesleri… Naylonvari… Poşet gibi… Gülümsemeler kilo işi satılıyordu hızla içinden geçtiği insan pazarında. Dengesiz bir haykırış duyuluyordu ve adam yürüyordu. Kulaklarda İsrafil’in düdüğü. Bethoween’ın duyduğu bu ses miydi? Tanrı kıyameti böyle mi haber veriyordu? Adam kulaklarını var gücüyle zorlamasına rağmen bir türlü kabartamadı. Hem adam, adam haliyle kabartma tozunu nerden bulacaktı? Adam yürüyordu. Adamın ensesinden dökülen kıl taneleri kılcal damarlarını sıkıştırıyor olmalıydı ki durup durup, sırtını kaşıyordu bin türlü zahmetle. Ki zahmet dediğin başlı başına bir yüktür. Ha bin türlü ha bir türlü. Adam kaşına kaşına, kaşıdığı yerler aşına aşına, derisi tırnak aralarına taşına taşına yürüyordu. Adam yürümesine yürüyordu. (Aması yok)
Adam yürüyordu. Bir elinde diğer eli. İmam misali, cübbesi yoktu. Hep Ahmet’in suçu, yine kaçırmıştı cübbeyi. Karasını, kapkarasını hem de. Beyaz cübbenin ne anlamı vardı ki karası olmadıktan sonra. Adam yürüyordu. Şükrediyordu yürürken. Tanrım, Müslüman olmak ne zordu. Şükretmesini bile doğru düzgün bilmiyordu. Yanından geçtiği sakat adamın iki bacağının nerede olduğunu düşünürken, ayağı kayıp düşen bir insana neden gülüyordu? İki bacak yürümek için en idealiydi tabii ki. Adam tadını çıkara çıkara yürüyordu ve ona değmeyen yılanın bininci doğum gününe daha çok vardı. Adam yürüyordu. Oysa adam hala yürüyordu.
Adam yürüyordu. Gibiydi adam. Benzetilecek bir şey olmadığı için sadece edattı. Gibi edatının bir şeyle benzeştirilme ilişkisinin olmaması, adamı kendi adına mutlu olmaktan öteye götüremiyordu. Ve eline yıllardır geçmeyen zarf, hangi cümlenin zarfıydı? Adam o cümlenin peşinden yürüyordu. Cümlesini tanıyordu yanından geçenlerin. Ama bir türlü aradığı cümleyi bulamıyordu. Salalar veriliyordu. Günlerden Cuma olduğu için. Yok yok, adamın yaşadığı yerde ölen biri için verilen hep kısık bir tonda hoparlörden söylendiği için, belki de sadece ölünün yaşadığı mahallenin camisinden okunduğu için, adamın salaların okunmasını Cuma namazıyla ilişkilendirmesi normaldi. Adam yürüyordu. Şadırvanlarda bir karmaşa, cami tuvaletlerine girip çıkanlar, gasil hanenin bugün en mutlu günü. Çünkü ne bir ölü, ne de bir diri çalmıştı kapısını bugün. Adam yürüyordu. Manzara büyüleyici olmasına rağmen yürüyordu adam. Yok yok, sandığınız gibi değil, adam bazen dini bütün bazen bütün bir adamdı ve yürüyordu.
Adam, başka bir adamla karşılaşırken hala yürüyordu. Adam diğer adamla yürümeye başlamıştı. Bir kahvehane, birkaç bardak bol küfürlü demli çay, bir kahvehane tuvaleti ve içeride kendisini karşılayan keskin bir sidik kokusu. Adam, ellerini yıkarken, kurulamanın telaşına kapılmıştı. Adam çıktı yürüdü diğer adamın yanına, ona nazik bir dille kendisinin önemli bir işi olduğunu, kendisini mazur görmesini isteyip ayrılırken bir anlığına, kısa bir süre de olsa oturabildiğini anlamıştı. Ama yürüdüğü yolun kenarındaki camekânlar hiç de öyle söylemiyordu. Çünkü adam görünüşe bakılırsa hala yürüyordu. O zaman bu bir hayaldi. Oturabilme hayali. Bırakın oturabilmeyi nasıl konuşabilmişti? Hem de kendi gibi bir adamla? Yok yok, böyle bir şeyin hayali bile saçma sapandı. Çünkü sapan görmeyeli çok olmuştu ve attığı taş bırakın iki kuşu, bir kuşun bile kanadını sıyırmamıştı hiçbir zaman. Adam amma düşünmüştü. Düşünmenin sorgulamakla aynı olduğunu düşünmekle, düşünmenin düşünü görüyordu. Adam yürüyordu. Adam düşünerek yürüyordu.
Adam yürüyordu. Edepli edepli, hayalı hayâlı, yürüyordu adam. Adamın hayası hiçbir hayâsızlığa imkân vermiyordu. Ve adam yürüyordu. Gözlerinde Versace’den aldığı bir at gözlüğü, kolunda hakiki Çin malı bir Citizen saat, sırtında tefe-tüfe fiyatlarını doldurduğu küfesi… Adam sen de… Yürüyordu. Yürümek salgına iyi gelir! Adam yürüyordu ve kaçak sigara kokulu o enfes nefesindeki mikropları, salıyordu yürüdüğü kaldırımlara, yanından geçen nazenin gırtlaklara, ketum suratlara, pamuk ellere ve tablalardaki hamsilere… Adam artık bir şeylere neden olmanın sevinciyle, üzülüyordu. Adam yürüyordu.
Adam yürüyordu.
Adam yürüyordu.
Adam yürü.
Yordu,
Adam,
Adam,
Yürüyoruluyordu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder