cemil aydın
İnsanlığın varoluşuyla birlikte eğitim süreci de
başlamıştır, düşüncesini pek ala ileri sürebiliriz. İlk insan Hz. Adem
peygamber olması yönüyle ilahi bir terbiyeyle yetişmiş, dünyadaki yaşama dair
tüm ilkel tecrübeleri yaratıcının eğitimiyle edinmiştir.
Özdenören Başlangıçta Tek Başına başlıklı denemesinde İbn-i
Abbas’a atfedilen bir rivayeti aktarıyor:
Adem ile Havva aleyhimesselam Cennet’ten çıktıktan sonra iki
yüz yıl ağlaştılar. Hiç kavuşmadılar. Kırk sene yemediler, içmediler. Üç yüz
yıl gökyüzüne bakmadılar. Cennet’te iken oranın latif havasına alıştıkları için
Dünya’nın havasında şekilleri değişti. Sebebini bilemediler. Cebrail aleyhisselam,
Hak Teâlâ’nın emriyle gelip Adem aleyhisselamın halini sordu. Perişan olduğunu
öğrenip arz etti. Hak Teâlâ Cennet’ten bir çift koyun, keçi, öküz ve deve
gönderdi. Bunlardan birini boğazlamasını emretti. Yününden Havva’nın eğirmesini
ve Adem aleyhisselamın dokumasını, kendisine hırka, Hazret-i Havva’ya gömlek
yapmasını emretti. Adem ve Havva sıcaktan ve soğuktan böylece korunmuş oldu. Bu
sefer açlık derdine düştüler. Cebrail aleyhisselam gelip Hz. Adem’e açlığını
sordu. O da: “Derimin altında karıncaların yürüdüğünü zannediyorum.” dedi.
Cebrail aleyhisselam : “Ona açlık derler.” cevabını verdi. Adem aleyhisselam :
“Bundan nasıl kurtulurum?” diye sordu. Cebrail aleyhisselam : “Yakında
öğrenirsin.” dedi ve gözden kayboldu. Az sonra, cennetten biri siyah öteki
kırmızı iki sığır ile ağaç ve demir getirdi. Adem öküzlerle yeri sürdü ve
buğday tanelerini ekti. Buğdaylar başak verince, Cebrail aleyhisselamdan
öğrendiği üzere başakları döğdü ve savurdu. Sonra tandır yaptılar. Unu hamur
edip tandırda pişirdiler ve böylece karınlarını doyurdular. Adem aleyhisselam
ekmeği yiyip doyduktan sonra karnında bir rahatsızlık duydu. Cebrail
aleyhisselamdan bunun sebebini sordu, o da: “Buna susuzluk denir.” dedi. Hz.
Adem: “Bunun çaresi nedir?” deyince, Cebrail aleyhisselam da : “Yeri kaz, kendi
elinle suyu çıkar!” cevabını verdi. Adem aleyhisselam yeri kazdı, suyu içti. Fakat
karnında bir rahatsızlık duydu ve gene sordu. Ancak Cebrail aleyhi selam:
“Bilmem!” dedi. Allahü Teâlâ bir melek gönderdi, melek elini Adem aleyhisselamın
karnının üstüne koydu. Rahatsızlık geçti. O anda kötü bir koku hasıl oldu. Adem
aleyhisselam çok üzüldü. Yetmiş yıl ağladı.”
Bu rivayetten anlaşılacağı üzere insan her bakımda öğrenmeye
muhtaçtır ve bu öğrenme sürecinde bir yol göstericiye, bir rehbere ihtiyaç
duyulmuştur. İlk insan, bir peygamber olması sebebiyle bu rehberliği Cenab-ı
Hak bizzat melekleri aracılığıyla üstlenmiştir. Bu insanoğlunun birikiminin de
başlangıç noktasını oluşturmuştur. İnsanoğlu tabiatıyla eşref-i mahlûkattır.
Akıl nimetiyle üstün tutulmuştur. Ancak akıl nimeti tek başına insanın
ihtiyaçlarını gidermesi noktasında yeterli değildir. İnsanın aklını
işletebilmesi için bazı prensiplere göre hareket etmesi gerekir. Bu prensipleri
edinme noktasında da başkalarının yol göstericiliğine ihtiyaç duyar. En basit
örneğiyle en tabi fiziksel ihtiyaçlarımızdan biri olan tuvalet ihtiyacımızı
bile belli bir adap üzerine görmenin şeklini anne-baba rehberliğinde
öğreniyoruz. Yemenin, içmenin icra
edilme biçimlerini de yine anne-babanın yol göstericiliğiyle öğreniyoruz. İnsan
aklı, bu öğretilenleri algılama ve taklit etme noktasında devreye girer. Yoksa
insan aklı kendi başına bu hayati bilgileri üretecek bir iş göremez.
Özdenören’e göre bu demektir ki : “İnsan aklı yalnızca kendisine verilen
bilgiyi kabul etmeye matuftur; yoksa bu bilgiyi icat (veya keşf) etmeye değil."
Giyinmesinde, acıkmasında, susamasında ve def-i hacetini
gidermesinde bile acz içinde olan insan demek oluyor ki diğer canlılardan
farklı olarak eğitime muhtaç bir halde dünyaya gelmektedir. İnsanoğlu hayvanlar
gibi içgüdülerinin yardımıyla hayatını idame ettirememektedir.
Öyleyse eğitim için şunu söyleyebiliriz: “Toplumun ve başka
insanların etkisiyle bir insanın kendi davranışlarında değişmeler oluşturması
sürecidir.”
Bu tanımda dikkat çekmemiz gereken bazı hususlar var.
Birincisi yazının başından beri dikkat çekmeye çalıştığım insanın eğitim
sürecinde rehbere ihtiyacı olduğu gerçeğidir. İkinci olarak da şunu söyleyebiliriz
ki eğitim, hayatı daha müsait bir şekilde sürdürmek için davranışlarda
değişmeyi hedefler. Bu değişimden kasıt bizi eğitimin en yaygın tanımına
götürüyor. Eğitim, bireye istendik davranışlar kazandırmaktır. “İstendik
davranış” kavramının tek bir karşılığı yoktur elbette. Her toplumun eğitimi farklıdır.
Bu sebeple de her toplumun istendik davranışları da doğal olarak farklı
olacaktır. Biz istendik davranışlar kavramından ancak şunu anlayabiliriz.
Kişinin toplum hayatına uyum sağlamasını kolaylaştıran davranışlar istendik davranışlardır.
Şimdi eğitimin amacından bahsederken bir kavram daha tartışma alanımıza girmiş
oldu. Bu kavram da toplum. O vakit eğitim-toplum ilişkisinden de bahsetmemiz
gerekecek.
Özdenören eğitimi insanların bir arada yaşama zorunluluğu
neticesinde ortaya çıkmış bir kurum olarak nitelendiriyor. O halde bu
nitelendirmeyi şu tespitle ilerletmek de doğru olacaktır: Bir arada yaşayan toplumların bir
aradalıklarını devam ettirmek için doğal ihtiyaç olarak ortaya çıkan bir
kurumdur eğitim kurumu.
Burada şu soru da elbette aklımıza takılıyor: İnsan neyi
öğrenmeye ihtiyaç duyar? Özdenören bu sorunun cevabını ararken bizi bir tanıma
ulaştırıyor: “ Eğitim, bir arada yaşayan insanların, gerek birbirlerine,
gerekse topluma karşı nasıl davranacakları, nasıl bir tutum içinde
bulunacakları hakkında kazanacakları alışkanlıkların oluşturduğu kümedir.” Bu
demek oluyor ki insan toplum hayatının işleyişine uygun bir kimlik edinebilmek
için eğitime ihtiyaç duyar.
Peki, bu ihtiyaca cevap verilmezse yani gerekli eğitim
verilmezse ne olur?
O zaman insanlar birbirinden uzaklaşır toplum hayatında bir
devamlılık sağlanamazdı. İnsanın insana muhtaç olduğu gerçeği ıskalanır ve
insan tabiatına uymayan bir müşkülle yüz üstü bırakılırdı.
Eğitim kavramıyla toplum ilişkisini irdelediğimizde toplum
içerisindeki devamlılığı sağlamak açısından eğitimin alanını oluştururken
“gelenek” kavramına da değinmeden olmaz. Eğitim toplum hayatına uyumu sağlayan
bir kurumsa bu kurumun işleyişi de bir gelenek üzerine inşa edilmelidir.
Böylece kuşaklar arası irtibat kopmaz ve eğitimde süreklilik sağlanmış olurdu.
Değerlendirmemizi bir adım daha öteye taşırsak toplum, kendi kültür
medeniyetinin zeminin bu şekilde hazırlamış olurdu.
Özdenören eğitim-gelenek ilişkisini irdelerken bir problemi
de gözleri önüne seriyor. “…Aslında eğitime temel bir işlev izafe edeceksek, bu
işlevin, toplumun geleneğinin yeni kuşaklara aktarılması olduğunu söylemek
yeterli sayılmalıdır. Bu fikir, aynı zamanda, bizatihi eğitim kurumlarının
kendi geleneğinin içinde kurulmuş olması gerektiğini de ifade etmelidir. Çünkü
geleneğin yeni kuşaklara aktarılması gene ancak kendi geleneği içinde mümkün
kılınabilecektir.”
Özdenören’in işaret ettiği nokta bugün kendi eğitim
sistemimizdeki problemleri tespit etmede bize önemli bir çıkış noktası
belirliyor. Bizim eğitim geleneğimiz var mı? Eğer bir eğitim geleneğimiz varsa
bu geleneği aktarmaya çalıştığımız sistem, geleneğimizle ne kadar uyuşuyor?”
Var olan ortamda bu sorunun cevabını vermek elbette güç. Bir
eğitim geleneğimiz olduğunu ve bunu uyguladığımızı söylemek saf dillilik olur.
Özdenören’in misaliyle en eski üniversitemiz 1933 yılında kurulan İstanbul
Üniversitesi’dir. Üniversite reformundan önce görevlerini ifa eden
müderrislerin acıklı durumu hepimizin malumu. Birçoğunun çalışmaları yok
sayılmış, çok az bir kısmının eserleri günümüze ulaşmıştır. Tarih kitaplarında
eğitim kurumlarının bozulma süreci anlatılırken adam kayırmaların arttığı,
liyakatsiz kişilerin göreve geldiği, güya eski usullerin tatbik edildiği
yazılıp çizilir. Günümüzde İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi kitaplarını
incelediğinizde de kısaca anlattıklarımıza benzer sebeplerle eğitim
kurumlarının işlevsiz hale geldiği ve bu kurumların lağvedilmesinin bir
zorunluluk ve gereklilik olduğu bilgisine ulaşırsınız. Elbette bu tespit
yanlıştır. Bacağımız ağrıdığında çözümü bacağımızı kesmekte bulmuyoruz. Yani
bir bozulma söz konusuysa bu bozulmanın sebepleri incelenir ve hatalar pek ala
giderilebilirdi. Ancak işin kolayına kaçılarak medreselerin lağvedilmesine
karar verildi.
Özdenören Müslümanların tarihinde iki önemli kırılmadan
bahsediyor:
Bunlardan ilkinin Asra-ı Saadet’te vuku bulduğunu
belirtiyor. İslam’ın ortaya çıkışıyla süregelen Arap geleneği kırılmış, onun
yerine Müslümanların tarihiyle başlayan yeni bir gelenek oluşmuştur. Bu
geleneğin amacı dünya üzerinde Müslümanca bir hayat düzeni oluşturmaktı.
Diğer kırılmaysa Tanzimat’la başlayan dönemde olmuştur. Bu
dönemde Müslümanca bir müdahaleden vazgeçilerek dünyanın mevcut durumlarına
uyum sağlamak amaçlanmıştır. Bu sürecin doruk noktası Cumhuriyet döneminde yaşanmış
ve bu dönemle beraber Müslümanca müdahaleden vazgeçilerek dünya sisteminin bir
parçası olmak hedeflenmiştir.
Özdenören’in Müslümanların tarihindeki iki kırılma
nitelendirmesi elbette iddialı bir söylem ve kabaca bir tasnif. Yine de
meselenin ana hatlarıyla anlaşılmasında yol gösterici bir tablo.
Bu tablodan çıkartacağımız birçok sonuç var elbette. İslam’ı
sindirmiş ve amellerine bu dini aksettirmeye çalışmış bir toplum geleneğini
görmezden gelerek dünyaya ayak uydurmak adına dünya sisteminin beklentilerini
karşılayacak bir düzeni yerleştirmeye çalıştığınızda çark işlemiyor ve
sıkıntılar peyda oluyor. Bu bozuk düzenden eğitim de elbette nasibini alıyor.
Özdenören’e göre var olan eğitim sistemiyle artık ülkenin insanları kendine
mahsus amaçlara göre insan yetiştirmiyor.
Dünya sisteminin bizden talep ettiği şekilde insanlarımız
yetiştiriliyor.
O zaman sorulması gereken sorular şunlar: “Biz nasıl bir
insan yetiştirmek istiyoruz? Yetiştirmek istediğimiz insan modeliyle
hedeflediğimiz nedir?”
Sorunu doğru tespit etmezsek soruna ürettiğimiz çözümler
bizi bir yere taşımayacaktır. Çokça oynadığımız, kurcaladığımız eğitim
sistemleri de bizi bir süre değişikliğin cazibesine odaklayıp sorunlarımızı
unutmamıza sebep olacak.
Referanslar
1.Rasim ÖZDENÖREN, Düşünsel Duruş, İz Yayıncılık,3.baskı,
İstanbul 2009.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder