İnsani müdahale için
uluslararası işbirliği zamanının geldiği bir savaş dönemiydi. Televizyonlarda kan ve gözyaşı vardı, gazetelerde
köşe yazarları savaşın nasıl devam edeceğini, savaşın sebeplerini sonuçlarını,
savaşın öne çıkanlarını akademik birikimini ve gazetecilik tecrübesini
vurgulayarak analiz ediyordu. Bense sadece büfelerin önünden geçerken göz
ucuyla manşetlere bakmakla yetiniyor, bazen aldığım simit boş gitmesin diye
oturduğum kahvede susamların saçılmasını önlemek için serdiğim gazetenin
herhangi bir sayfasını okuyordum. Gazete okumanın duyguları törpülediğine
kanaat getireli çok olmuştu. Acı vardı ve kim ne derse desin paylaşılamıyordu.
Filistin yazıp bilmem kaça gönderdiğinde yaraları sarıyorduk ve yaralayanlar
işini yapmaya devam ediyordu. Biraz
kitap kokusu almak için girdiğim sahafta da yaraları sarmak için arkadaşlarını
ileti yollamaya zorlayan dergiciyi gördüm. Bahsettiğim dergicinin bastığı dergide
kimi zaman şiirleri çıkar, kimi zaman öyküleri, kimi zaman eleştirileri. Mahlas
kullanarak birden fazla yazı yayımlattığı da kuvvetle muhtemel. Derginin
isminin yer aldığı sunuş yazısını da her ay kendisi yazmakta. Bu sebeple ben
kendisine dergici diyorum. Ekseriyet üstat, hocam ya da şair dese de ben bu
nitelemeleri uygun bulmuyorum. Yazılarının kötü olduğunu düşünmüyorum ama
yeteri kadar iyi olmadıkları da muhakkak. Vasat işlerle yerinde sayanları ise
zararlılardan daha zararlı saydığımdan yaptıkları işi benimsemem. O da az çok
düşündüklerimi bilir ama yine de bana bir tek kötü söz söylediği görülmemiştir.
Biz genellikle sustuklarımızla dövüşürüz, bakışlarımızla didişiriz. Yani
anlaşamayız. Anlaşamadığımız konuların sonuncusuysa savaş henüz devam ederken
çıkarttığı dergide savaş için özel bir dosya hazırlaması ve bu dosyada alelacele
karalanmış, özensiz, ciddiyetsiz birçok şiirin yer almasıydı. Kızmıştım. Hazır
o da buradayken konuşalım istedim. Kasanın hemen yanında çıkarttığı dergiler
duruyordu. Bir tanesini alıp sohbet ettikleri tarafa bir iskemle çekip oturdum.
Gözlerimizle merhabalaştık. Dergiyi elime almam ileti meselesini unutturmuş
olmalı ki hemen sordu?
Dergimizi okuma
fırsatınız oldu mu efendim?
Okudum. Acıkmaktan bahseder gibi susamaktan ya da tatilden;
ölenlerden, ölümden bahsediyorsunuz. Oysa ölümden bahsedilemez. Ölüm geldiğinde
kelimeleri kursağımıza kapkara bir ziftle yapıştırır. Şimdi siz ölenler için
şiir yazdığınızı zannediyorsunuz. Ben burada şiir göremiyorum.
Suçlamayın beni. Biraz rahatladıysam acının daimi darbelerine
dayanamayan bedenimin kendinden geçerek savunmaktan vazgeçmesiyledir. Ben
çocukların öldüğü bu dünyada bir an olsun rahatlayabiliyorsam bir an olsun
hatırımdan çıkarabiliyorsam yaşananları, acımı savunacak kadar hatta acılara
kollarımı açacak kadar cesur olmalıyım. Hayatın acılarına şiirle karşı
koyabilmeliyim. Bu benim var olma sebebim.
Aleladeliğin yüceliği! Sana hak vermesem de kızamıyorum. En
azından vicdanını yoruyorsun. Vicdanını yormayan bir insanlıktan nasıl bir ruh
inceliği bekleyebiliriz? Vicdanını yormayan bir insanlıktan yardım kumbaraları
çıkıyor ancak. Hani şu lokantalarda, kafelerde kasanın yanında duran yardım
kumbaraları. Şimdi beni bu yardım kumbaralarına atılan paraların hakiki bir
yardım olduğuna kim inandırabilir? Fakiri bol zengin müşteriler bozuk para
taşımayı itibarına gölge düşüreceğinden tercih etmeyecek. E yol ortasında
dilenciyle, sakatla, mendil satan çocukla uğraşmaya da kibri müsaade etmez. İşte
tam bu noktada yardım kumbaraları devreye giriyor. Zenginlerin itibarı için
yardım kumbaraları daha modern bir yöntem, öyle değil mi?
Ruhu yücelerde dolaşanlar için alelade bir prangadır. Bahsettiğin
gündelik problemleri dinlediğimde ayağındaki yaraların nedenini anladım!
Beni yine yanıltmadın. Gündelik hayat biz kulların tekâmülü
için ibretlik bir sahadır. Aleladenin her hal ve hareketinden dikkate değer
çıkarımlarda bulunabilirsin. Yeter ki sen kendi şartlarından taviz verme. Belli
ki sen gündelik hayat içerisinde aleladenin düzeninden fayda temin diyorsun.
İşte bu fayda ki beni değil asıl seni yaralamış. Bu düzenden sağlayacağın
herhangi bir dünyalık yarar seni onlarla aynı kefeye koyacaktır. Hareketlerin,
düşüncelerin, eylemlerin aleladeliğe bulanacak ve en önemlisi aleladelik
illetinin en mühim belirtisi olan varlığı tekdüzeleştirme senin anlayışını
belirleyecek.
Gündelik hayatı algılayış biçimimizde farklılıklar var. Elbette
farklılıklar zenginliğimizdir. Saygı duyuyorum.
Ah bu telaşeye bulanmış saygılar ne kadar da sahicilikten
uzak. Telaşeli saygı, bir devlet terbiyesi olsa gerek. Hiyerarşinin devamlılığı
için, sorgulamadan uzak kalmak için halka verilmiş mecburi bir ders. Farklıklar
zenginliktir elbette ama kelimelere artık güvenmiyorum. Senin cümlende ekonomik
bir söylem var. Farklılıklardan kazanç devşiren tüccarların diline dolanmış bir
cümle artık bu: Farklılıklar zenginliktir. Bu cümleyi şöyle söylersek itirazım
olmayacak: “Farkı anlamak zenginliktir.” Bir Alman sözüdür: “Ayırt etmek,
benzetmekten daha güçtür.”
Kusur arayan bir tavrın var sanki. Neden insanları kazanmaya
çalışmıyorsun? Eksik ya da kusurlu olanın betimlemesini iyi yapıyorsun. Ama
bunu ortaya koymanın geleceğimize katkısı ne olacak?
Daha önce de söyledim. Bana dayatılan şartları reddediyorum.
Bu reddediş zaten kusurları ortaya çıkartıyor. Ben kusur aramıyorum ortaya
koyduğum tavırdan dolayı kusurları daha çabuk ve net görüyorum. İnsanları
kazanmaya gelince, benim böyle bir derdim yok. İstikametim doğruysa, tavırlarım
devamlıysa ve bunun sonucunda etrafımda az kişi varsa bu benim sorunum
olmamalı. Elbette ki az olmakla övünecek
değilim. Ben de kötülüğün çok çabuk yayıldığını iyiliğin ise yolun başında
taşlandığını bilenlerdenim. Atılan taşlardan korkmuyorum. İyiliği yaymak için
çabam. Ama yayarken dağılmamak önemli olan. Derli toplu bir duruş ortaya
koymak. Tavizi lügatten silmek gerekiyor. Ben yaymak için dağılanlardan
olmamaya çalışıyorum. Bu bence hayırlı bir inattır.
Aslında seninle aramda bir benzerlik buldum söylediklerini dinlerken.
Ben de -doğrusunu, yanlışını bir kenara koyalım- tavırlarımdan dolayı soğuk
olmakla itham ediliyorum. Doğrusu bu ithamla karşılaşınca hiçbir şey
hissetmiyorum. Bu zamana kadar giriştiğim tüm samimiyet denemelerim başarısızlıkla
sonuçlandı. Ve ben saflığımdan bu başarısızlığın sorumluluğunu yüklendim.
Başarının hazzını herkes yaşar, bu kolayı. Başarısızlığı bir
bayrak gibi taşımak onurunu herkes gösteremez. Senin bu atılımın takdire layıktır.
Samimiyetten ayrılmak olmaz. Samimiyet kalbimizin testidir. Kalbimizin yara
almadığını ancak samimiyetle ispat edebiliriz.
İnsanları ikna edebileceğime dair inancımı yitirmedim. Senle
söyleştiğimiz tüm bu zaman da inancımı perçinliyor. Bana kuvvet veriyor.
Doğrusu tebliğ dışında bir yol benimsemiş değilim. İkna
etmek her babayiğidin harcı değildir. Bir insanla anlaşmanın verdiği keyfi
yaşamak isterim. Ancak bu çoğu zaman
mümkün olmuyor. İnsanları ikna edebileceğine dair inancını yitirmeni istemem.
Zaten düşüncelerinde sağlam olanlar her çabasından daha güçlü çıkacaktır. Bu
konuda yürekliysen, ikna etmek konusunda iyi bir teste tabi tutulmayı göze
alıyorsan birçok hazır teste sahibim.
Hiçbir şeyin cevapsız kalmasını istemem. Zaten bu yüzden konuşuyoruz.
Öyleyse çetin bir test geliyor. Dün bir mahalle
kahvesindeydim. Bir işçiyle tanıştım. 19 senedir çalıştığı işyerinden
çıkarılmış. Asgari ücretle çalışıyormuş. Patronu uzaktan akrabası. Ama bu
akbaba akrabalardan biriymiş ki tazminatının yarısını yaptığı bir tezgâhla bu adamdan
koparmış. Bizim işçinin aldığı tazminat anca borcuna yetmiş. İşsizlik maaşı da
bir ay sonra kesileceğinden acil iş bulması gerekiyormuş. Şimdi bu adam haberlerde
Rusya’nın Avrupa Birliği ülkeleriyle olan mesafesinden dolayı Türkiye’den tavuk
eti ithal edeceği haberine sevindi. Beklenti oymuş ki geçen yıla göre Rusya’ya
yapacağımız tavuk ithali iki katına çıkacakmış. Bunu duyan işçi: “İyi oldu
ülkeye para girecek.” dedi. Ben de bu işten sadece tavuk üreten firmaların kazançlı
çıkacağını ithalattan dolayı da tavuk fiyatlarının artacağını zaten kırmızı eti
kurbandan kurbana gören insanların tavuk etini de alamaz hale geleceğini
söyledim. Ben böyle söyleyince gözünü ekrandan ayırmadan cevabını verdi: “Siz
bu ülkede güzel şeyler olsun istemiyorsunuz.” Ben sustum, cevap vermedim. Benim
sustuğum yerden devam etmeye cesaretin var mı?
Senin sustuğun yerden devam etmek benim
göze alabileceğim bir savaş değil. Ben savaş sonrasının duygusallığını savaş
öncesinde yaşayanlardanım. Yine de şunu söyleyebilirim. Halkı aldatan her türlü
asgari girişimin karşısındayım. Kırmızı et ve tavuk eti yemeden de
doyabildiğimden Rusya’yla olan ticaretimiz benim için bir şey ifade etmiyor. Bu
durumu fazlasıyla önemseyen birini ikna etmeye çabalamak yersiz bir uğraş olur.
Doğrusu senin gibi düşünen, yaşayan
insanları kıskanıyorum bazen. Bu zamana kadar herhangi bir konuya kayıtsız
kalamadım. Sözgelimi on değil de dokuz bilezik alındığı için düğüne bir ay kala
nişanı atan ve o günden sonra da on bilezikli bir talibi olmadığından hiç evlenmeyen
kadının hikayesi aklımı günlerce meşgul etti. Ya da yeğeninin kırdığı bir biblo
yüzünden biblo takımını yenilemesi için kayınvalidesiyle kavga eden gelinin
hikâyesi beni afallattı. İshakpaşa Camii’nin avlusunda tanıştığım bir
şizofrenin, yiyeceği ekmeği uzun bir süre hayranlıkla seyrettiğini görünce
yüreğim sızladı. Günlerce onu düşündüm, onu anlattım… Böyle onlarca örnek
anlatabilirim. Hepsini dert ediniyorum, merak ediyorum. Sense insanın bu
dünyada dengeli yaşamasının yolunu bulmuşsun. Geçiştiriyorsun. Şiirde de
yaptığın bu. Hayatın acılarına şiirle karşı koyduğunu zannediyorsun. Hayır, sen
yazdığın şiirlerle acıları geçiştiriyorsun.
Geçiştirmekle suçluyorsun beni. Peki
efendim. O halde geçiniz bunları!
Geçelim efendim geçelim. Ben gidiyorum.
Ben gittikten sonra camın buğusuna ismini yaz. Bu sana iyi gelir. Çünkü ismini
görmekten büyük keyif alıyorsun. Ama dikkat et dışarıdan okunabilmesi için ters
yazman lazım. Gerçi senin düzgün bir işini görmedik ama ikaz edeyim yine de.
Sen düzgün yazma. Düzgün yazarsan bu ters diyen ilk kişiyi gördüğünde iki
ayağın bir pabuca girer. Sen terslendiğinde yazdığından şüphelenenlerdensin. Kazara
düzgün bir şey yazsan onu da fark edemezsin. Aman kendini yorma!
Güle güle efendim, güle güle! On
bilezik isteyen nineye selamımı söylemeyi unutma!
Dergiciyle köprüleri atmıştık. Bakışlarımızla,
suskunluğumuzla yaptığımız kavga bir savaşa dönüşmüştü. Pişman mıyım?
Hayır,değilim. Pişman olmamam haklı
olduğumu iddia etmemle alakalı değil elbet. Haklı olmanın gururunda boğulmaktansa
onurlu bir yenilgiyi tercih ederim. Pişman olmamamın sebebi dergicinin yüzleşme
sürecini başlatmış olmamdır. Kimi zaman bakışlarımız ve suskunluğumuz maruz
kaldığınız muamelenin destekleyicisi oluyorlar. Ben maruz kalmayacağımı ilan
ettim. Bakmaya ve susmaya devam edeceğim.