8 Kasım 2014 Cumartesi

İNSANİ MÜDAHALE


 
cemil aydın
 
İnsani müdahale için uluslararası işbirliği zamanının geldiği bir savaş dönemiydi.  Televizyonlarda kan ve gözyaşı vardı, gazetelerde köşe yazarları savaşın nasıl devam edeceğini, savaşın sebeplerini sonuçlarını, savaşın öne çıkanlarını akademik birikimini ve gazetecilik tecrübesini vurgulayarak analiz ediyordu. Bense sadece büfelerin önünden geçerken göz ucuyla manşetlere bakmakla yetiniyor, bazen aldığım simit boş gitmesin diye oturduğum kahvede susamların saçılmasını önlemek için serdiğim gazetenin herhangi bir sayfasını okuyordum. Gazete okumanın duyguları törpülediğine kanaat getireli çok olmuştu. Acı vardı ve kim ne derse desin paylaşılamıyordu. Filistin yazıp bilmem kaça gönderdiğinde yaraları sarıyorduk ve yaralayanlar işini yapmaya devam ediyordu.  Biraz kitap kokusu almak için girdiğim sahafta da yaraları sarmak için arkadaşlarını ileti yollamaya zorlayan dergiciyi gördüm. Bahsettiğim dergicinin bastığı dergide kimi zaman şiirleri çıkar, kimi zaman öyküleri, kimi zaman eleştirileri. Mahlas kullanarak birden fazla yazı yayımlattığı da kuvvetle muhtemel. Derginin isminin yer aldığı sunuş yazısını da her ay kendisi yazmakta. Bu sebeple ben kendisine dergici diyorum. Ekseriyet üstat, hocam ya da şair dese de ben bu nitelemeleri uygun bulmuyorum. Yazılarının kötü olduğunu düşünmüyorum ama yeteri kadar iyi olmadıkları da muhakkak. Vasat işlerle yerinde sayanları ise zararlılardan daha zararlı saydığımdan yaptıkları işi benimsemem. O da az çok düşündüklerimi bilir ama yine de bana bir tek kötü söz söylediği görülmemiştir. Biz genellikle sustuklarımızla dövüşürüz, bakışlarımızla didişiriz. Yani anlaşamayız. Anlaşamadığımız konuların sonuncusuysa savaş henüz devam ederken çıkarttığı dergide savaş için özel bir dosya hazırlaması ve bu dosyada alelacele karalanmış, özensiz, ciddiyetsiz birçok şiirin yer almasıydı. Kızmıştım. Hazır o da buradayken konuşalım istedim. Kasanın hemen yanında çıkarttığı dergiler duruyordu. Bir tanesini alıp sohbet ettikleri tarafa bir iskemle çekip oturdum. Gözlerimizle merhabalaştık. Dergiyi elime almam ileti meselesini unutturmuş olmalı ki hemen sordu?

Dergimizi okuma fırsatınız oldu mu efendim?

Okudum. Acıkmaktan bahseder gibi susamaktan ya da tatilden; ölenlerden, ölümden bahsediyorsunuz. Oysa ölümden bahsedilemez. Ölüm geldiğinde kelimeleri kursağımıza kapkara bir ziftle yapıştırır. Şimdi siz ölenler için şiir yazdığınızı zannediyorsunuz. Ben burada şiir göremiyorum.

Suçlamayın beni. Biraz rahatladıysam acının daimi darbelerine dayanamayan bedenimin kendinden geçerek savunmaktan vazgeçmesiyledir. Ben çocukların öldüğü bu dünyada bir an olsun rahatlayabiliyorsam bir an olsun hatırımdan çıkarabiliyorsam yaşananları, acımı savunacak kadar hatta acılara kollarımı açacak kadar cesur olmalıyım. Hayatın acılarına şiirle karşı koyabilmeliyim. Bu benim var olma sebebim.

Aleladeliğin yüceliği! Sana hak vermesem de kızamıyorum. En azından vicdanını yoruyorsun. Vicdanını yormayan bir insanlıktan nasıl bir ruh inceliği bekleyebiliriz? Vicdanını yormayan bir insanlıktan yardım kumbaraları çıkıyor ancak. Hani şu lokantalarda, kafelerde kasanın yanında duran yardım kumbaraları. Şimdi beni bu yardım kumbaralarına atılan paraların hakiki bir yardım olduğuna kim inandırabilir? Fakiri bol zengin müşteriler bozuk para taşımayı itibarına gölge düşüreceğinden tercih etmeyecek. E yol ortasında dilenciyle, sakatla, mendil satan çocukla uğraşmaya da kibri müsaade etmez. İşte tam bu noktada yardım kumbaraları devreye giriyor. Zenginlerin itibarı için yardım kumbaraları daha modern bir yöntem, öyle değil mi?

Ruhu yücelerde dolaşanlar için alelade bir prangadır. Bahsettiğin gündelik problemleri dinlediğimde ayağındaki yaraların nedenini anladım!

Beni yine yanıltmadın. Gündelik hayat biz kulların tekâmülü için ibretlik bir sahadır. Aleladenin her hal ve hareketinden dikkate değer çıkarımlarda bulunabilirsin. Yeter ki sen kendi şartlarından taviz verme. Belli ki sen gündelik hayat içerisinde aleladenin düzeninden fayda temin diyorsun. İşte bu fayda ki beni değil asıl seni yaralamış. Bu düzenden sağlayacağın herhangi bir dünyalık yarar seni onlarla aynı kefeye koyacaktır. Hareketlerin, düşüncelerin, eylemlerin aleladeliğe bulanacak ve en önemlisi aleladelik illetinin en mühim belirtisi olan varlığı tekdüzeleştirme senin anlayışını belirleyecek.

Gündelik hayatı algılayış biçimimizde farklılıklar var. Elbette farklılıklar zenginliğimizdir. Saygı duyuyorum.

Ah bu telaşeye bulanmış saygılar ne kadar da sahicilikten uzak. Telaşeli saygı, bir devlet terbiyesi olsa gerek. Hiyerarşinin devamlılığı için, sorgulamadan uzak kalmak için halka verilmiş mecburi bir ders. Farklıklar zenginliktir elbette ama kelimelere artık güvenmiyorum. Senin cümlende ekonomik bir söylem var. Farklılıklardan kazanç devşiren tüccarların diline dolanmış bir cümle artık bu: Farklılıklar zenginliktir. Bu cümleyi şöyle söylersek itirazım olmayacak: “Farkı anlamak zenginliktir.” Bir Alman sözüdür: “Ayırt etmek, benzetmekten daha güçtür.”

Kusur arayan bir tavrın var sanki. Neden insanları kazanmaya çalışmıyorsun? Eksik ya da kusurlu olanın betimlemesini iyi yapıyorsun. Ama bunu ortaya koymanın geleceğimize katkısı ne olacak?

Daha önce de söyledim. Bana dayatılan şartları reddediyorum. Bu reddediş zaten kusurları ortaya çıkartıyor. Ben kusur aramıyorum ortaya koyduğum tavırdan dolayı kusurları daha çabuk ve net görüyorum. İnsanları kazanmaya gelince, benim böyle bir derdim yok. İstikametim doğruysa, tavırlarım devamlıysa ve bunun sonucunda etrafımda az kişi varsa bu benim sorunum olmamalı.  Elbette ki az olmakla övünecek değilim. Ben de kötülüğün çok çabuk yayıldığını iyiliğin ise yolun başında taşlandığını bilenlerdenim. Atılan taşlardan korkmuyorum. İyiliği yaymak için çabam. Ama yayarken dağılmamak önemli olan. Derli toplu bir duruş ortaya koymak. Tavizi lügatten silmek gerekiyor. Ben yaymak için dağılanlardan olmamaya çalışıyorum. Bu bence hayırlı bir inattır.

Aslında seninle aramda bir benzerlik buldum söylediklerini dinlerken. Ben de -doğrusunu, yanlışını bir kenara koyalım- tavırlarımdan dolayı soğuk olmakla itham ediliyorum. Doğrusu bu ithamla karşılaşınca hiçbir şey hissetmiyorum. Bu zamana kadar giriştiğim tüm samimiyet denemelerim başarısızlıkla sonuçlandı. Ve ben saflığımdan bu başarısızlığın sorumluluğunu yüklendim.

Başarının hazzını herkes yaşar, bu kolayı. Başarısızlığı bir bayrak gibi taşımak onurunu herkes gösteremez. Senin bu atılımın takdire layıktır. Samimiyetten ayrılmak olmaz. Samimiyet kalbimizin testidir. Kalbimizin yara almadığını ancak samimiyetle ispat edebiliriz.

İnsanları ikna edebileceğime dair inancımı yitirmedim. Senle söyleştiğimiz tüm bu zaman da inancımı perçinliyor. Bana kuvvet veriyor.

Doğrusu tebliğ dışında bir yol benimsemiş değilim. İkna etmek her babayiğidin harcı değildir. Bir insanla anlaşmanın verdiği keyfi yaşamak isterim.  Ancak bu çoğu zaman mümkün olmuyor. İnsanları ikna edebileceğine dair inancını yitirmeni istemem. Zaten düşüncelerinde sağlam olanlar her çabasından daha güçlü çıkacaktır. Bu konuda yürekliysen, ikna etmek konusunda iyi bir teste tabi tutulmayı göze alıyorsan birçok hazır teste sahibim.

Hiçbir şeyin cevapsız kalmasını istemem. Zaten bu yüzden konuşuyoruz.

Öyleyse çetin bir test geliyor. Dün bir mahalle kahvesindeydim. Bir işçiyle tanıştım. 19 senedir çalıştığı işyerinden çıkarılmış. Asgari ücretle çalışıyormuş. Patronu uzaktan akrabası. Ama bu akbaba akrabalardan biriymiş ki tazminatının yarısını yaptığı bir tezgâhla bu adamdan koparmış. Bizim işçinin aldığı tazminat anca borcuna yetmiş. İşsizlik maaşı da bir ay sonra kesileceğinden acil iş bulması gerekiyormuş. Şimdi bu adam haberlerde Rusya’nın Avrupa Birliği ülkeleriyle olan mesafesinden dolayı Türkiye’den tavuk eti ithal edeceği haberine sevindi. Beklenti oymuş ki geçen yıla göre Rusya’ya yapacağımız tavuk ithali iki katına çıkacakmış. Bunu duyan işçi: “İyi oldu ülkeye para girecek.” dedi. Ben de bu işten sadece tavuk üreten firmaların kazançlı çıkacağını ithalattan dolayı da tavuk fiyatlarının artacağını zaten kırmızı eti kurbandan kurbana gören insanların tavuk etini de alamaz hale geleceğini söyledim. Ben böyle söyleyince gözünü ekrandan ayırmadan cevabını verdi: “Siz bu ülkede güzel şeyler olsun istemiyorsunuz.” Ben sustum, cevap vermedim. Benim sustuğum yerden devam etmeye cesaretin var mı?

Senin sustuğun yerden devam etmek benim göze alabileceğim bir savaş değil. Ben savaş sonrasının duygusallığını savaş öncesinde yaşayanlardanım. Yine de şunu söyleyebilirim. Halkı aldatan her türlü asgari girişimin karşısındayım. Kırmızı et ve tavuk eti yemeden de doyabildiğimden Rusya’yla olan ticaretimiz benim için bir şey ifade etmiyor. Bu durumu fazlasıyla önemseyen birini ikna etmeye çabalamak yersiz bir uğraş olur.

Doğrusu senin gibi düşünen, yaşayan insanları kıskanıyorum bazen. Bu zamana kadar herhangi bir konuya kayıtsız kalamadım. Sözgelimi on değil de dokuz bilezik alındığı için düğüne bir ay kala nişanı atan ve o günden sonra da on bilezikli bir talibi olmadığından hiç evlenmeyen kadının hikayesi aklımı günlerce meşgul etti. Ya da yeğeninin kırdığı bir biblo yüzünden biblo takımını yenilemesi için kayınvalidesiyle kavga eden gelinin hikâyesi beni afallattı. İshakpaşa Camii’nin avlusunda tanıştığım bir şizofrenin, yiyeceği ekmeği uzun bir süre hayranlıkla seyrettiğini görünce yüreğim sızladı. Günlerce onu düşündüm, onu anlattım… Böyle onlarca örnek anlatabilirim. Hepsini dert ediniyorum, merak ediyorum. Sense insanın bu dünyada dengeli yaşamasının yolunu bulmuşsun. Geçiştiriyorsun. Şiirde de yaptığın bu. Hayatın acılarına şiirle karşı koyduğunu zannediyorsun. Hayır, sen yazdığın şiirlerle acıları geçiştiriyorsun.

Geçiştirmekle suçluyorsun beni. Peki efendim. O halde geçiniz bunları!

Geçelim efendim geçelim. Ben gidiyorum. Ben gittikten sonra camın buğusuna ismini yaz. Bu sana iyi gelir. Çünkü ismini görmekten büyük keyif alıyorsun. Ama dikkat et dışarıdan okunabilmesi için ters yazman lazım. Gerçi senin düzgün bir işini görmedik ama ikaz edeyim yine de. Sen düzgün yazma. Düzgün yazarsan bu ters diyen ilk kişiyi gördüğünde iki ayağın bir pabuca girer. Sen terslendiğinde yazdığından şüphelenenlerdensin. Kazara düzgün bir şey yazsan onu da fark edemezsin. Aman kendini yorma!

Güle güle efendim, güle güle! On bilezik isteyen nineye selamımı söylemeyi unutma!

Dergiciyle köprüleri atmıştık. Bakışlarımızla, suskunluğumuzla yaptığımız kavga bir savaşa dönüşmüştü. Pişman mıyım? Hayır,değilim.  Pişman olmamam haklı olduğumu iddia etmemle alakalı değil elbet. Haklı olmanın gururunda boğulmaktansa onurlu bir yenilgiyi tercih ederim. Pişman olmamamın sebebi dergicinin yüzleşme sürecini başlatmış olmamdır. Kimi zaman bakışlarımız ve suskunluğumuz maruz kaldığınız muamelenin destekleyicisi oluyorlar. Ben maruz kalmayacağımı ilan ettim. Bakmaya ve susmaya devam edeceğim.