cemil aydın
Elektrikler geldiğinde herkes toparlandı. Önce gözler
ovuşturuldu. Güzelce gerinildi. Sonra parmaklar boyun, bel kütletildi. Bu
sırada televizyonda seyrettiğimiz maç tekrar açıldı.
Keşke elektrikler gelmeseydi, diye atıldı Yasin. Ne güzel
konuşuyorduk!
Kısık bir sesle “Evet!” diyebildim. Birbirimizle muhabbet
etmeyi özlediğimizi elektriklerin kesilmesiyle anlamamız beni düşündürmüştü.
Hislerimiz donmuştu. Neyi hissettiğimizi bilemeyecek kadar yabancıydık
kendimize. İlim kendini bilmektir öğüdünün uzağındaydık.
Yahu öykücü, bir dize öğrendin diye alakasız bir yerde bunu
kullanmak zorunda mısın, diyorsanız haklısınız derim. Hemen başlıyorum
anlatmaya!
Ürettiklerimizin esiri olduk. Ürettiklerimize sahip
olamıyoruz, onu kontrol edemiyoruz. Televizyonu icat etmişiz ama biz mi onu
kumanda ediyoruz o mu bizi kumanda ediyor belli değil!
Belki binlerce kez yapılan bir muhabbeti tekrar etmiş olmama
rağmen konuşmam odadakilerin hoşuna gitmişti. Hak vererek kafalarını salladılar.
“Haklısın.” diyerek konunun üstünü örtmekte üstümüze yok.
Onaylamak kolay. Bir düşünsek söylenenlerin üzerinde. Sorular sorsak kendimize.
Sorular sorsak birbirimize. Ürettiklerimiz bizi kontrol ediyor mu?
Yahu öykücü, sen amma da şımarık bir şeysin. Elektrik dedin,
televizyon dedin şimdi ne anlatıyorsun? İşine gücüne baksana diyorsanız,
haklısınız derim. Hemen başlıyorum anlatmaya.
Bak şimdi televizyon açıldı ya, yine maç seyretmeye devam
edeceğiz. Oysa elektrikler yokken maç umurumuzda değildi. Şu 22 tane futbolcu,
dört hakemin koşturmaları umurumuzda mıydı? Şimdi niye umurumuzda olmak
zorunda?
Yasin söylediklerime alındı. Maç seyretmek üzere bizi
toplayan oydu. Ben herkes maç izlemek istiyor zannettim, dedi. Onu rahatlatmak
ve karanlıkta başlayan muhabbetimizi devam ettirmek için araya girdim:
Yanlış anlama kardeşim, bir şey anlatacağım şu meretle
ilgili. Televizyona doğru kayan bakışlar bana döndü. Başladım anlatmaya:
Bundan bir iki hafta önce nişanlımın ailesi ziyaretimize
geldi. Bohça getirmeye adettendir bilirsiniz. Neyse misafirleri buyur ettik içeri,
tokalaştık, sarıldık. Oturdular. Babam televizyonu kapatmadı tabi. Niye?
Beşiktaş’ın maçı var. Beşiktaş’ın maçıyla misafirlerin geleceği saat uyuşuyorsa
suç babamın mıydı canım? Suç federasyonundu? Recai’nin dünürleri geliyor Cuma akşamı,
bilmiyor musunuz?
Herkes gülüşmeye başladı. Bu arada orta şekerli kahvelerimiz
geldi. Yasin kahveyi içmeden ağzının kenarına bir küp şeker kıstırdı. Fırsatı
kaçırır mı bizim Serdar? Lafı gediğine koydu tabi:
- “Kardeşim madem kahveyi şekerli içiyorsun, niye orta
şekerli istedin?”
-Ne bileyim, ağız alışkanlığı işte.
Ya öykücü kısa kessene bırak çay kahve faslını, diyorsanız
haklısınız derim. Hemen başlıyorum anlatmaya.
Babam televizyonu zaten kapatmayan adam, maç günü mü kapatacak?
Babam ki bazen namaz kılarken televizyonla haşır neşir oluyor. Babam beş vakit
namazını kılar Allah kabul etsin. Allah’ın kabul ettiğinden şüphe ettiğim bir vakit
namazı kılıyor ki evlere şenlik.
Haber saati yaklaştığı vakit, akşam ezanı okunuyor ya. Babam
kalkar, abdestini alır, gelir televizyonun olduğu oturma odasına. O sırada
haberler başlar. Babam alır kumandayı elimden, açar bir güzel sesini
haberlerin. Sonra durur namaza. Namaz kılarken haberleri dinler. Bir gün düşündüm.
Günahını alıyorum belki adamcağızın, kendini namaza veriyordur. Duymuyordur
televizyonun sesini, dedim. Babamı test etmeye karar verdim. Babam namaz
kılıyorken çıkan bir haberi ona sordum. Baba meclis bugün birbirine girmiş galiba,
biliyor musun?” Evet, evet. İstanbul vekil Ardahanlı vekile Kes sesini demiş,
Ardahanlı vekil de altında kalır mı: “Ağzına salıncak kurar sallanırım demiş.”
Babam ne söylendiyse harfiyen anlatmıştı. Belki daha önceden biliyordur deyip
mevzuyu uzatmadım.
Yasin gülerek atıldı: “ Allah iyiliğini versin len senin!
Niye bunları anlattın şimdi? Recai amcayı ne zaman görsem güleceğim gelir. “
Efendim sonra misafirlerimizle muhabbet başladı. Hal hatır
soruldu. Havalar konuşuldu. -Allah’tan orta kuşakta yaşıyoruz. Kutuplarda falan
yaşasak havalardan konuşulmazdı.365 gün aynı hava. Şu hava muhabbetinden
kurtulmak için kutuplara gitmek gerekiyor galiba ama benim otobüse binecek
param yok. En iyisi susup havaları dinlemek!- Çaylar geliyordu. Maç kızışmıştı.
Babam tabi yerinde duramıyor. Kendisine bir şeyler anlatıldığında sağ gözü
misafiri takip ediyor sol gözü televizyona doğru firar ediyordu. Babamda
ileride şaşılık olursa bu günden bileceğim zaten. Neyse nişanlım pastaları
getirdi. Bana tabağı uzattığında nişanlım babamla televizyonun arasına girmişti.
Eee, sevenleri ayırmak olur mu? Babam, af buyurun, küçük abdesti gelmiş
çocuklar gibi sallanmaya başladı televizyonu görmek için.
Yahu sen ne biçim öykücüsün. Bir öykü yazacağım diye babanı
madara ettin. Utanmıyor musun, derseniz haklısınız derim. Hemen başlıyorum
anlatmaya.
Herkes gülüşürken kahvemden bir yudum aldım. Devam ettim.
Zaten nişanlım heyecanlı. Babamın garip hareketleri iyice sıkıntıya
soktu kızcağızı. Derken babam Beşiktaş’ın attığı golle ellerini dizlerine
vurmaya başladı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Gole seviniyor, misafirlere ayıp
olmasın diye belli etmemeye çalışıyor, belli etmemeye çalışırken daha çok belli
ediyordu. Misafirler de “Gol oldu galiba!” diyerek olanları umursamıyormuş gibi
davranıyordu. Nişanlım bu sırada kahveleri servis ediyor. Zar zor köpürttüğü
kahveler babamın sessiz (!) gol sevinciyle irkildiği için fincandan taşıp kahve
tabağına dökülmüş. Nişanlım yerin dibine girmiş durumda. Gelin olmak kolay
değil. Gözler üstünde. Sıra babamın kahvesine geliyor. Üstüne babam kahvesini
alırken kahveleri taşırmışsın gelin, demez mi? Nişanlım tepsiyi kafasına vursa
hakkıydı valla.
Herkes gülüyordu. Televizyondaki maç bitmiş, maçın
bittiğinden kimsenin haberi olmamıştı.
Birbirimizle muhabbet etmek için azıcık karanlığa mı
ihtiyacımız var? Ne dersiniz?
Tamam öykücü! Verdin ana fikri, gidebilirsin.