cemil aydın
Çilek tarlalarından verim alamamıştım. Yağmur çok zamansız ve şiddetli yağmıştı. Çileklere bağladığım borçlar şimdi daha da kabaracak kimsenin yüzüne bakacak halim kalmayacaktı.
Böyle olmasında suç kimindi?
Borç almak bir suç muydu? Değildi elbet. İki çocuğum okula gidiyordu. Kurban bayramında karıma manto alacaktım. Karımın yama yaparak idare ettiği elbiselerin artık yama yapılır tarafı kalmamıştı. Karıma elbiselerin kusurunu örtecek bir manto almalıydım ki gittiği yerlerde küçük düşmesin. Eğer almazsam kimseye misafirliğe gitmeyecekti. Gülşen, eskimiş elbiselerini saklamak için mantosunu çıkaramamaktan usanmıştı. Fazla oturunca evin hanımı fırsatını bulup: “Gülşen, çıkartsana mantonu.” diyor o da ne yapacağını şaşırıyordu. Son misafirliğimizde : “Yahu siz geliyorsunuz diye cayır cayır yakıyoruz sobayı, Gülşen hala mantoyla oturuyor.” denilince karım verecek cevabı olmadığından alelacele bir şeyler uydurup toparlandı. Pancar gibi kızaran yüzünü benden kaçıran karım, bana olan hiddetini gizleyemiyordu. Yüzü gülsün diye aldığım manto onu daha çok üzmüştü.
Olanların sorumlusu ben miydim?
Baharda çilekleri yağmur çürüttü, yazın fındıkları hastalık vurdu, dağdaki kestaneleri domuzlar yedi. Buğday desen para kazanmak için değil toprak boş kalmasın, el aleme rezil olmayalım diye ekiyoruz. Getirdiğinden çok götürdüğü var meretin. Aklıma geldikçe yoruluyorum. Zaten ne yormuyor ki insanı parasızken. Fakirlik çekilir çekilmesine ama sefalet bitiriyor adamı. İnsanlıktan çıkartıyor. Para kazanmanın bir yolunu bulmalı. Para kazanmanın bir yolunu bulmalı…
Para kazanmanın bir yolunu bulup dağdan kaçak odun getirdiğim zamanları hatırladım. Parasızlıktan kıvrandığımız zamanlar yine. Remzi ağabeyle oturuyoruz kahvede. Ağabey hapisten yeni çıkmış. Mısırların arasına keneviri ekip yakayı ele verince… Neyse ki çabuk çıkmış, kaldığı yerden para kazanmanın yollarını düşünmeye başlamıştı. Ne kadar parasızlık çekse de dişini sıkmış bir hal çaresine bakıp traktörü satmamıştı, ağaç desen ormanda yürümeye yer yoktu. “Bir kesi motor az biraz da benzin almaya parayı denkleştirdik mi? Tamam len Hüseyin. Oldu bu iş len he?”
Olmuştu. Son tavşankanı da geldi. Kahveci Zihni ocağı kapattı. Okumak istemeden gazetenin sayfalarını çevirdim. Çayı bitirip kalktım. Sabahtan işe koyulmak lazımdı.
Eve girdim. Işıklar yanmıyor. Soba sönmüş olmalı, ev buz gibi. Oda dağınık. Üşümemek için sarındığımız battaniyeler hala birinin sırtını sarıyormuş gibi dikilmişti. İçinde kimsenin olmadığından emin olmama rağmen battaniyenin dikilmiş tarafını bastırdım. Battaniyenin hemen yanında Gülşen’in yamalı mantosu… Koltuğa bitişik duran sehpada büzüşmüş peçeteler, kirli bir çay bardağı duruyor. Konuşacak bir şey kalmayınca insan lal kesilir de eşya dile gelirmiş. Şimdi şurada Gülşen otursa, üzgün bir yüzle beni karşılasa, hatrını sorsam yarım yamalak cevap verse, Remzi ağabeyle konuştuklarımı anlatsam, ne halin varsa gör dese; şu bıraktığı yamalı manto, büzüşmüş peçeteler ve kirli çay bardağından daha iyi anlatır mıydı halini?
Çıt çıkmıyordu. Bugün köpekler de başka sokaklarda koşturuyor olmalı ki bitmek bilmeyen ulumaları duyulmuyor. Perdelere balkonun hizasında biten sokak lambasının ışığı vuruyor. Odanın kapısı hafif aralık. Üşüyorum ve üşümemin sebebi aralık duran kapıymış gibi gözümü dikiyorum kapıya. Sanki kapansa odaya bir sıcaklık yayılacak. Kafamdaki bulanıklık dağılacak, kendimi derin bir uykuya bırakacaktım. Ama kapı aralıktı. Bir ara dedem girdi içeri. Ölüler evi ziyaret eder, derdi rahmetli ananem. Aklımdan çıkmıyor. Dedem de ziyarete gelmişti. Başında kahverengi takkesi. Geniş alnı yine parlıyor. Sonra parlaklık gittikçe artıyor. Sokak lambalarının ışığına karışıyor dedem.
Çuvalcı Dede girdi içeri. Sırtımı karanlığın yuttuğu bahçeye açılan pencereye dönmeye korktuğumu belli edince, ailenin maskarası olmuştum. Çuvalcı Dede’nin bir gün beni çuvalına atıp köyün tepesindeki mezarlıkta etimi kemiğimden sıyıracağını hayal ediyordum. Çuvalcı Dede de nerden aklıma geldiyse. Rüyamda dedemle Çuvalcı Dede’nin yüzlerini hemen hemen aynı görürdüm. Bazı günlerin sabahında korkulu rüyalarımın etkisiyle dedemin yüzüne bakmaya çekinir, beni ısırmaya çalışarak sevmeye kalkıştığında nazlanır, içten içe öfke duyardım ona karşı. Şimdi aynı öfkeyi Çuvalcı Dede’ye duyuyorum. Neden bu kadar çok dedeme benziyorsun?
Kapı biraz daha aralandı. Deli Asiye ve Deli Fadime girdi içeri. Biraz yaşlanmışlardı sanki. Mahallemizin kardeş delileri. Delilerden çok korkardım. Hangisiydi bilmem, bir gün salyalarını tülbendinin kenarıyla silerken gözlerini bana dikmişti. Atkuyruğu saçları tülbendinin arkasından gözüküyor, bol eteği yolları süpürüyordu. Arkasından yavaşça yürüyordum. Korkmama rağmen içimde onu takip etmek için tuhaf bir istek duyuyordum. Merakla onu takip ederken yolun karşısında birkaç çocuğun ona küfür etmesine sinirlenen kadın, lastiğini büzerek eteğine tutturduğu ekmek bıçağını çıkarttı. Bana doğru gelmeye başladı. Hızla kaçmıştım. Hemen ara sokaklara girerek gözden kaybolmuştum. Aradan bir saat geçmeden geri döndüğümde ekmek bıçağını evimizin avlusuna açılan ağaç kapıya saplı bulmuştum. Uzun süre sokağa çıkamamıştım. Deli Asiye ve Deli Fadime balkon kapısına doğru yürüdüler. Bıçak hangisinin eteğinde?
Kapı biraz daha aralandı. Gülşen ağır adımlarla girdi odaya. Üç beş saniye sonra kapının solundaki dolabın üstünde duran cam kâseye düşen anahtarın sesi duyuldu. Belli ki kızgın ve yorgundu. Oturma odasının karanlığına terk ettiğim yamalı mantosu kederini artırmış, dayanma gücünü yitirmişti artık.
Gülşen odadan çıktı. Az sonra mutfağın gıcırtılı kapısı meşhur gürültüsüyle açıldı. Kapı sertçe duvara çarptı. Kapıları sertçe açtığım için bana kızardı her vakit. Kapı kolunun çarptığı yerin sıvasını iyice dökmüşüm. Yere düşen harcı süpürüp itinayla küçük bir poşete koyuyormuş. Bir gün tuzu ararken fark ettim. Sırrı ortaya çıkınca daha da rahatlayan Gülşen, aldırmaz bir tavırla ben evdeyken gelen komşularına beni kötüler, kapı kolunun çarpa çarpa eskittiği duvarı onlara gösterir, dökülen harcı biriktirdiği poşeti açarak bir güzel güldürürdü hepsini.
Acaba şimdi yine poşeti özenle sakladığı yerden çıkarıp dökülen harçları mı topluyor? Biri hıçkırıyor mu? Gülşen, ağlıyor musun?