cemil aydın
Çam ağaçlarıyla kaplı ormanı ikiye ayıran derin dağların koynunda, dere boyunca uzanmış yetmiş seksen hanelik bir Gürcü köyündeydim. Yılan gibi kıvrılan yolların kıyılarındaki beyaz, kırmızı güllerin örttüğü pencerelerden gelen geçen vasıtalara ve insanlara bakan çoğu yaşlı insanlar dikkatlice beni süzüyordu.
Yol boyunca çeşme başlarında ve ev önlerinde odunların üstüne oturan yaşlılar selamımı içtenlikle alıyordu. Aralarında -sanırım- Gürcüce konuşarak kim olduğumu tahmin etmeye çalışan ihtiyarları epey geride bıraktığımda köyün kahvesinin önündeydim. İkindi ezanı okunmak üzereydi. Üç dört ihtiyar bastonlarıyla yavaş yavaş abdesthaneye gidiyorlardı. Adımlarımı yavaşlatarak onları daha fazla seyretmek istedim. Onları tedirgin etmemek niyetiyle cebimde bir şey arıyormuş gibi ellerimle önce pantolonumu daha sonra gömleğimin cebini yokladım.
İhtiyarlar abdesthaneye girmişti. Kırçıl sakallı, geniş alınlı, karga burnuyla tezat oluşturan biçimli dudaklarıyla sevimli bir ihtiyar, gömleğinin kollarını sıyırmış, pantolon paçalarını dizlerine kadar çekmişti. Abdest almak için oturacağı sırada beni fark etti. Ne yapacağımı şaşırarak hızla yaklaştım. Aceleciliğime pişman olmuştum. Bu pişmanlığı hissetmemi unutturacak muhavereleri zihnimde tasarlıyordum. Kuşkulu tavırlarıma heyecanın da karıştığını belli eden bakışlarımı görerek birkaç saniye oyalandıktan sonra ihtiyara seslendim:
-Merhaba amcacım!
-Merhaba evladım. Buyur, kime baktıydın?
-Ben köyü şöyle bir gezmeyi arzuladıydım. Etrafı dolaşa dolaşa geldim. Bir kahve içecektim.
Az önce ağzımdan çıkanların ne olduğunu düşünerek pişman oldum. Bu yapışkan sıcakta kahve içmeyi hiç istemiyordum. Temiz bir su olurdu belki. Arzuladıydık ne ise? Karşımdaki insanla yakınlık kurmak için onun taklidini yapmak zorundaymış hissine kapıldığım anlardan birini yaşamıştım. -Ağzımda acemi bir şekil alan bu sözleri söylerken karşıdan kendimi seyretme fırsatı bulsam kıs kıs gülerdim.-
İhtiyar beklemediğim bir yakınlıkla koluma girdi: “Gel evladım. Şimdi ben ezan okumaya yetişçem. Sen geç içerde şöyle otur. Burada kahvemiz, oturup muhabbet edeceğimiz bir yerimiz, ajansı takip edeceğimiz bir televizyonumuz var. Amma bizim gibi üç beş ihtiyarın çayıyla kahvesiyle kimse uğraşmıyor. Bir kahvemiz yok anlayacağın. Bak kumanda burada. Televizyon seyret biz gelesiye kadar. Camiden çıktıktan sonra kahvemizi pişirir, beraber muhabbet ederiz.”
-Tamam emmi. Allah kabul etsin. Ben oyalanırım, merak etmeyin.
İhtiyar çıktı kahveden. İhtiyar, camiye girene kadar onu gözetledim. Ağır ağır çıkıyordu merdivenleri. Bir şiirin tezahürüydü bu ihtiyar. Bir şiiri yaşıyordum, evimden kilometrelerce uzakta. Bu düşüncelerle ayağa kalktım. Çok düşünmemeli. Şimdi bu ormanın içinde, aklımda belli bir yeri olmayan bir köyün kahvesindeyim. Zamanım burada geçiyordu ve bu zamanı iyi değerlendirmeliydim. Etrafıma baktım. Bir saat sonra burada olmayacağımı düşündüm. Bu geçicilik hissinin verdiği acelecikle etrafı gözlemeye başladım. Talaş tozlarıyla kaplı zeminin tahtaları hafifçe gıcırdıyordu. Kapının girişinde çiçekli muşambalarla kaplı iki gözlü rafta postalar vardı. Bir iki tanesine bakıp yerine koydum. Hemen yanında raptiyelerle tutturulmuş, belli ki köy muhtarı tarafından yazılmış ilanlar yazıyordu.
“Köylüye duyurulur! Bahçelerini ev suyuyla sulayanların hortumları kesilecektir. Dikkat edin!”
Acemice ve oldukça kötü bir yazıyla yazılmış bu duyurunun hemen altında günü, saati geçmişte kalmış bir toplantıdan köylü haberdar edilmiş. Köye girdiğimden beri sekiz on ihtiyardan başkasını görmediğim için bu duyuruları anlamsız buldum.
Kahvenin hemen sağında bir ek gibi duran bölmede ocak vardı. Rengi kahverengiye kaçan lavaboda kirli bardaklar duruyordu. Çay kaşıklarının olduğu bardağın sararmış suyu kaşıkların çokluğu sebebiyle her an dökülecekmiş gibi duruyordu. Çöplük çay artıkları ve şeker paketleriyle ağzına kadar dolmuştu. Ocağın arkasında bir berber masası vardı. Masanın karşısında kahvenin eskimişliğiyle tezat oluşturan oldukça güzel, büyük bir ayna ve yeni sayılabilecek bir koltuk vardı. Koltuğa bıraktım kendimi. Aynaya baktım. Yüzüm sıcağın etkisiyle benek benek kızarmış, kirli yüzümden akan terler kuruyarak ince ince izler bırakmıştı. Hemen kalktım ve yüzümü yıkadım. Kapıya doğru yöneldim. Camiye doğru baktım. Henüz namaz bitmemişti. Beklemek istemiyordum. Bu köye gelişimin sebebi de anlamsızlaşmaya başlamıştı git gide. Dilini bile bilmediğim bu köyde olan biten her şeye bir turist şaşkınlığıyla bakıyordum. Yabancıydım buralara, durmanın anlamı yoktu. Geçmişi kurcalamak bir şey kazandırmayacaktı. Kahveden çıktım.
Dedemin kayıp mezarını bilmediğim yerinde bıraktım. Babamın -büyük ihtimalle- çocukluğunda koşturduğu patikada yürüdüm. Çok istememe rağmen fazla kalamadım bu köyde.
Böylece nüfus müdürlüğünün kimliğime kaydettiği bu yer, kalbimin kaydından düşmüştü.
Yabancılaşmıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder