30 Mayıs 2013 Perşembe

KAVRAMLAR VE İLKELER-EDEBİYAT ÜZERİNE NOTLAR


sezai karakoç

1.İslam uygarlığının temel ilkesi olan mutlaklık aleminin bu dünya penceresinden görülen bir manzarasıdır. Bu dünya aslında o dünya metnine bir çıkma, bir dipnotudur. Ama zihnimizde ve ruhumuzda bu dipnotu, bu çıkma, ana metinden hiç ayrılmaz. Ona öteki dünyanın gölgesini ve izdüşümünü düşürmemiz, onu küçültmez, büyütür. Çünkü böylece o,mutlaklıktan bir soluk almış olur.
2.Modelin direnişini kırmadır soyutlama. Onun doğayla bağı kırılmadıkça, oradan kuvvet almadıkça sanatçıya baş eğmez, teslim olmaz. . Bu yoldur ki doğanın kalbine ulaştırır onu. Kalbini kazanır ve onu kendine uymaya razı eder. İkinci son ve eserin oluşunu bütünleyen işi de kendi ruhunu o soyutlanıp da hazır hale gelmiş eser tablosuna üflemektir.
3.Onun işi yaratıştan bir yaratış çıkarmak, varlıklardan yeni bir varlık, var olanlardan yeni bir var olan türetmektir.
4.Valery: İlk mısra Tanrı vergisi sonrası çalışma!
5.Yetenek gerçekte Tanrı’nın verdiği ilk genel güç ve izindir. Çalışma ve girişim de özel izni koparmak içindir.
6.Hz. İsa’nın hayatından ve sözlerinden bir soyutlamayla çarmıha gerilme öyküsünü uydurarak, yeni bir hayal, Tanrı hayali doğurarak insanlar üzerinde sanatsal bir etki yapmak istediler. Lirik ve trajik bir öyküyle insanların gönlüne girmeyi denediler. Gerçeği kurban etme pahasına da olsa. Bunda da bir dereceye kadar başarılı oldular. Hakikatten fedakârlık ettiklerini sanatla kapatarak. Başarı gerçeğe yeğlendi.
7.Evet, Hıristiyan sanatında önce sanat, din için kullanılmak istenmişse de giderek din sanat tarafından kullanılmıştır.  Bu eğilim Tolstoy ve Dostoyevski’ye hatta günümüz sanat ve edebiyatına kadar devam eder. Kuran-ı Kerim’in şairler suresinde değinilen nokta aslında bu değil midir? Dinle sanatın ilişkisi. Yunan mitolojisi ve Arap şiirinden tutun da İncil şairlerinin, dini sanatları uğruna hoyratça harcamalarına işaret yok mu onda? Sanat Kuran’da asliyle belirtilmiş fakat sınır tanımazlığındaki tehlikeler de gösterilmiştir. Sağlıklı sanatın çizimidir bu.
8.Din dindir, sanat sanattır; ikisinin ilişkisi olsa da. Oysa Hıristiyan sanatında ve dininde ikisi birbirine karışmıştır. Grek dünyasında da bu böyleydi. Bu karışma sonunda her ikisinde de bir soysuzlaşma, yozlaşma oldu.

FİZİKÖTESİ VE SANATÇI

Sanatçı adeta bilmediğimiz bir dünyadan bir kaza sonucu dünyamıza düşmüş bir yaratıktır. Yani fizikötesi yaşantılı bir kazazede… İşi gücü bu yabancılığı gidermeğe çalışmak olacaktır sanatçının öyleyse. Bazılarının sandığı ya da iddia ettiği gibi o,yabancılaşmamış, yabancılaştırılmamıştır. Düpedüz yabancıdır o. Yabancı gelmiştir ve yabancıdır. Ona düşen bu yabancılığı ortadan kaldırmak, şu dünyaya alışmaktır. Dünyayı tanımalıdır ilkin. Ona seslenmeli, dost olduğunu söylemelidir. Onun gönlünü kazanmalıdır.
Ama bu kolay iş midir? Ne kadar bu dünya diliyle söylese de, o geldiği ülkenin sesleri ve sözleri araya karışmakta ve dünyalılarda bir kuşku uyandırmaktadır. Kendini ele vermektedir hep o. Oysa ne kadar gizlenmek istiyor, saklamaya uğraşıyor kendini. Maske üstüne maske, maske üstüne maske takıyor

Halledilecek bir muamma vardır sanki. Kimi zaman çözüm adeta bir çılgınlık şeklinde belli bir objenin üzerinde aranır. O objede gereğinden fazla eğleşilir çoğu kez. Durulup durulup bir başka objeye, kimi zaman bir objesizliğe, bir objesizlikten başka bir objesizliğe atlanır,fırlanılır…

Ararken adeta bulmamacasına aradığından durmadan dolambaca durmadan dolaylıya gittiğinden yitik daha yitik olacaktır. Sonunda belki anlar bulamayacağını ama arama tek başına arama bir buluş denli değerlidir; görür bunu. Yabancı kalma bir yazgıdır belki onun için. Onu anlayacak ve ondan sonra da bu dünya yerli yerine oturacaktır kendinde.


SANATÇI VE REALİZM

1.Soyutlanış ve uzaklaştırılış, çarpıtılış veya değişime uğratılış başka anlam ve amaçlara dönüştürülüş, onların insanda aynı duygu ve düşünceleri uyandırma özelliğini kaybedecek derecede olmamalı. Hatta tam tersine sanat eserindeki duygu ve düşünce okurda daha büyük bir şiddetle benzerlerini doğuracak ve insanı büyülemişçesine etki altına alabilecek bir özellikte olmalı.
2.Tabiata olan dikkatini yitiren sanatçı, giderek ölü bir soyutlamanın mahkûmu olacaktır. Tarihin, insanlığın ördüğü eserler ağının üzerine eğilmeyi terk eden sanatçı, dış realitenin katı kabuğunu kıramayacak, fotoğrafçı veya röportajcı sınırının ötesine geçemeyecektir. Kendi eserlerinin kurallarına fazla bağlı kalan sanatçı da kozasının içine hapsolan ipek böceği gibi kendi kendini geçmişinin mezarına gömmüş olacaktır.
3.Nesneyi yere sermelidir sanatçı. Ama bir kere onu yendikten sonra yenilenin onurunu geri vermek gerekecektir. Şerefli bir tutsaktır çünkü o.Nesneyi nesnelikten çıkaran sanatçı bu kez ona yeniden nesnelik onurunu iade edecektir. Rastgele bir ölü yıkayıcısı değildir o.O,onu yıkıyorsa diriltmek istediği içindir. O,iksirle yıkar ölüyü. Ve ölü bu kez okuyucusunun elinde dirilir.
4.Nesneyi öğretmişlerdir bize. Ama bu sanatçı için yeterli değildir. Gerçi öğrenirken bile kendine göre öğrenmiştir aslında; bir muzipliği bir arıta arıta damıta damıta alışı vardır; fakat gelen bilgi bloklar halinde gelmektedir. Kolay değildir tümünü denetlemek, gözden geçirmek. Zaman ve fırsat yoktur. Toplum standartçıdır. Bu aşamalardan ne kadar şahsi kalarak geçilirse geçilsin, kolektif olan anonim olan ağır basacaktır. Ama onun alnına sanatçı olacağı yazılmıştır. Gün gelecek bütün bu peşin yargıları, depo edilmiş kitle bilgilerini, eşyaya bakışını kendi trajedisinin yüksek fırınına atmak, onları yakmak küle çevirmek zorunda kalacaktır. Büyük sınav günü gelmiştir artık. Handiyse nesne yok olacaktır. Fakat o tümüyle yok olmamak için bu yanık küllerden efsanevi kuş gibi eşyayı yeniden diriltip canlandırmak zorundadır.

ŞAİR

1.Şiir sanatı kadar millet sanatı olan başka bir sanat yoktur… Şiirde milli damga zorunludur… Dil ve kelimeler onu dolaysız millet malı yapar. Şair milletine kafasıyla, gönlüyle ve ruhuyla yapışıktır. Alınyazısı milletinin alınyazısıdır. Kendi alınyazısını da milletinin alınyazısı yapar. Milletini yaşar şair hep. Aşırılıkları da hep bu ortak ruh yaşamasından, mizaç ve karakter özdeşliğinden kaynaklanır çoğu kez.
2.Şairlerini görmeyen millet kendini görmüyor, şairlerini yaşamayan millet yaşamıyor demektir.

ŞAİR AHLAKI

Şairliğini, şiirini olanca içtenliğiyle alkışlayan toplum nedense onun da bir insan olma, bir toplum önderi olma hakkını tanımak istemez. O ancak şairdir ve şair kalmalıdır, bunun dışına çıktı mı sınırını aşmış olur. Şairlerin kişiliğine toplumların bakışı çok peşin yargılı ve çoğu kez şaşılacak kadar çocukçadır. Onları ya şen şatır, ya da tam gama gömülmüş kabul eder toplum. Bu yüzden onun politik ya da toplumsal bir girişimini yadırgar. Onun ahlakı, şiir yazma ahlakından ibaret kalmalıdır insanlara göre.

ŞAİRİN TRAJEDYASI

1.Şairler ve düşünürler de tarihin arka yüzünü yazmışlardır. Tarihçi ile onları bir araya getirmeden tarihi anlamak olanaksızdır.
2.O insanlık tragedyasında soluk aldıran bir gedik açmak için, kendi trajedisini unutmak zorundadır.
3.Tutkular virtüözüdür şair; ancak onların tutsağı olmayarak.
4.Rahatı ve refahı hep görmeli o,seyretmeli. İçinde ve dışında çalkalamalı ama refah ve rahatın adamı olmamalı. Daldığında çıkması gecikmemeli. Dalıp çıkması bir olmalı. Şairin düşmanıdır genellikle zenginlik ve rahat. Ama onlar umut edemeyecek kadar uzaklarda olmamalı. Onları kendi öz elleriyle itecek kudrette ve iradede olmalı. Yoksulluk hep onu duyarlandıracaktır ama mümkünse onu çökertecek kadar uzun ve etkili olmamalı.
5.Şair insanların dalkavuğu değildir elbet. Dalkavukluktan en ırak olan odur. Ama insanlar her zaman onu izleyemezlerse, onlara anlayışla bakmak ve onların kendisine erişmeleri için sabırla beklemek, gereğinde onlara güç vermek için okşayıcı olmak hükmündedir.
6.Şair nedir? Kelimelerdeki hayatı bulandır. Hayattan ve tabiattan daha güçlü bir hayatı. Hep bu hayatı ortaya koydukça yaşanan hayat ona karşı çıkacak, karşılıklı direnç, çekiş ve gerilimden, şairin tragedyası doğacaktır.

ŞAİRİN YENİDEN DOĞUŞU

Çağ ondan hiçbir şey vermemek karşılığında her şeyi ister. Onun ruhunu, geleceğini ister. Geçici ün için gerçek ve sürekli ününü ister. Doğar doğmaz ölen alkışlar karşılığında, gelecek çağları dolduracak alkış çınlayışlarını ister.

ŞİİRDE İNSAN
Şiirin gerisinde insan olmalıdır. Her çağda her şiirle yenilenen. İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır o şiirlerin. Şiirine insan ya da insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur, şiirlerinde, bozuk bir geometriden başka bir şey bulunmayanları fark edecektir hemencecik.

ŞİİR VE MANTIK
1.Yeni şiirin klasik şiirden farkı fon olarak düşünceni yanı sıra şuuraltını davranışları benliğin en geniş anlamıyla vaziyet alışını da seçmesidir. Yeni şiirin oluşunda zekânın payı eski şiiri kat kat aşkındır gerçi. Ama günümüz şirinde zekânın hüküm payı şiiri bağlamaktadır daha çok. Şiirin çıkışı klasik şiirdeki gibi yalnız zekâdan ötürü değil. Klasik şiir düşünceyle başlıyor, kafiye ve ölçü ile dinlendiriliyordu. Yeni şiirse en az düşünceyle başlıyor, ancak zekâ ile dinlendiriliyor.
2.Yeni şiir Eskimo şiirlerine benzeyecek, zenci türkülerini andıracak, papirüslere yazılan şiirleri hatırlatacaktır. Benzeyecek, andıracak ve hatırlatacaktır.

ŞİİRDE FORM
Bir şiirin içindeki kelimeler artık bildiğimiz mücerret kelimeler değil şiirin kelimeleridir. Şiirin içinde yeni bir varlığın şartlarıyla vardır onlar.

ŞAİR VE GELENEK
1.Şiiri sevme daha evvelki şairlerle ruh ilişkisini kurmakla başlar şiirde.
2.Gelenek şairin ilk dünyasıdır. Kendine güveni ilk onda duyar. Bu içe işleyiş yetenek noktasına kadar ilerler ve onunla birleşirse, kişi şairliğe adım atmış demektir.
3.Etki kendini bulması ve yoklaması içindir. Bundan sonra etkide kurtulma çabasındadır şair. Buna da gelenekle hesaplaşma dönemi diyebiliriz.

DİRİLİŞ ÇAĞINDA ŞİİR VE ŞAİR
Şiir ve şair ölmeyecektir. Çünkü insan ölmeyecektir. Çünkü hakikat ölmeyecektir.

3 Mayıs 2013 Cuma

NİSAN YAĞMURUNDA ERZURUM DÜŞÜ

cemil aydın


İnsan hatıralarla yaşar. Yaşattıkça geçmişini, hayatı duyumsar. Soluk almak gibidir geçmişi hatırlamak. Yaşamanın emaresidir. Bakmayın siz geçmişe takılıp kalmayın diyenlere! Geçmişe takılmakta bir beis yok. İş hatırlanacak geçmişimizin olmasında. Yoksa geçmişin bize bir şey yaptığı yok efendim.
Bugün yağmurlu bir Nisan günü. Tam da güneşe, sıcaklara alışmışken bulutlar karardı, yağmurlar döküldü. Bu yağmur da nereden çıktı diye düşünerek içimde anlamsız bir sıkıntıyı büyütüyordum ki aklıma öğrenciliğim geldi. Dolayısıyla Erzurum. Yanılmıyorsam Mayıs’ın 12’si. Kar yağıyordu. Nasıl da düşmüştük sokağa! Tabiatın güzel bir latifesiydi bu. Arabaların camları gözükmüyordu. Soğuktan korunmak için silikonlarla korunmuş pencereler yavaş yavaş açılıyordu Erzurum’un evlerinde. İnsanlar tabiatın bu şakasını hayranlıkla seyrediyordu. Eğer: “Bütün kış Erzurum’a yağan neydi, ilk defa yağmıyor ya bu kar. Nedir bu hayranlık?” derseniz cevabım şudur:
 İnsan zaman denen uçsuzluğu bölmüş zihninde. Yıllara, mevsimlere, aylara, günlere… Mayıs’ta baharın sonu, yazın başlangıcıdır. Bu mevsimleri belirleyenler ve Türkiye’nin her şehrine aynı mevsim şeridini gönderenler, bu milletin çocuklarına Türkiye’nin her yerinde aynı anda aynı mevsimleri yaşıyormuş gibi mevsim planlayanlar Erzurum’a uğramamışlar. Eğitimin izleri çabuk silinmiyor tabi. Mayıs bir aydır; yarısı bahar, yarısı yazdır dedik amma Erzurum’un cevabı yaman oldu: Erzurum hoştir; yarısi gış, yarısı garagıştir. Hülasa Erzurumlu da öğrenmiş Mayıs bahardır diye, baharı bekliyor karın yağacağını bile bile.
Metropolde çile olan burada neşedir. Neşelendik efendim. Kar bu, şairin yüreğini kabartır. Gezmeye başladım Erzurum’un sokaklarını. Fakülteden yokuş aşağı yürümeye başladım. Sabah kahvaltısız gitmiştim derse ama ninemin öğüdü kulağımda:”Tahin pekmezini kaşıkla oğul, için ısınsın.” İçimi ısıtıp çıktım ama tahin pekmezle karın doymuyor. Önce karnımı doyurmak istiyorum. Hemen sapıyorum ara sokaklara. Doğru Gözyaşım Lavaş’a. İsmine tutulduğum o dükkâna. Gözyaşım Lavaş’a sizi götüren nedir derseniz, anlatayım efendim.
Efendim Erzurum’da ilk yıllarım. Metropolde yetişmişiz. Tedirgin ve ürkeğim haliyle. Fakülte yolunu otobüs güzergâhıyla öğrenmişim. Yürüdüğüm zaman bu güzergâhta gidip geliyorum. Sabah harekete başlıyorum dolmuş gibi, akşam dönüyorum dolmuş gibi. Şehre zamanla ısındıktan sonra, meraktır, ara sokaklara dalayım dedim bir gün. İşte o gün buldum Gözyaşım Lavaş’ı.
Dükkâna gelmiştim. Beş adımlık bir dükkân. Bir kadın, bir erkek ve küçük bir kız çocuğu var içeride. Selam verdim, selam aldım. Ocağın sıcaklığını hissettim. Yiyeceğim kadar lavaş istedim. Dükkân sahibi biraz daha beklememi, yeni çıkan lavaşlardan vereceğini söyledi. Beklemiştim. Küçük çocuğa takılmıştı gözlerim. Camın buğusuna belli belirsiz şekiller çiziyordu. Aklıma yakın zamanda okuduğum mısralar üşüşmüştü:
 Sayfa yok, kitap yok, tebeşir yok/ Eğer cam olsaydı pencerede/ Yavrularımın hohlamasını isterdim/ Neler olup bitti/ Yazsınlar diye parmaklarıyla.
Lavaşlar hazır dedi dükkân sahibi. Lavaşlarla ve aklımdaki mısralarla çıktım dükkândan. Biraz da peynir almaya niyetlenmiştim. Yolun aşağısında çorbacıları geçtikten sonra sola doğru yokuş aşağı peynirciler sıralanmıştır. Peynircilerin bulunduğu sokağa doğru yürüdüm. Hemen ilk dükkâna girip peyniri aldım. Peyniri aldıktan sonra geriye sıcak bir kahvehane bulmak kalmıştı. Nereye gideceğimi düşündüm. Erzurumlu dostum Adnan’ın tarif ettiği bir kahvehane vardı: Katran Çay Evi. Tesadüfen gördüğü ve çayını içtiği bu mekânı, gittiği gün bana da haber vermişti. Sizin de ilginizi çektiği gibi Adnan’ın da ilgisini çekmiş dükkânın ismi. Girmiş, çayını içmiş. İsmiyle müsemma katran gibi çaymış. Gerçi Adnan çayın katrana benzeyenini sever, memnun olmuştur haliyle. Beni de götür bir gün demiştim. Ama fırsat bulup gidememiştik. O an yanımda Adnan da yoktu. Metropol ürkekliği baskın çıktı. Vazgeçtim Katran Çay Evi’ne gitmekten. En iyisi elmalı pasta yediğimiz çayevine gitmekti. Hasankaleli hafız dostum Ahmet’le gelmiştim buraya ilkin. Küçük bir dükkândı. Girişte solda çay ocağı, ortada bir soba, sobanın etrafında birkaç küçük masa ve iskemleler. Sağ tarafta seki. Biz o sekiye otururduk her zaman.
Çayevinin yolunu tuttuğumda o sekinin sıcaklığını hissetmiştim. Buranın çayını çok severdim ama dükkân sahibinin karısının yaptığı leziz elmalı pastaları daha çok severdim. Çoğu vakit buraya gelir elmalı pastalarımızı yer çayımızı yudumlar, dükkânın hemen yan tarafındaki Ulu Camii’ne namazımızı kılmaya giderdik. Her zaman yaptığımız gibi yaptım. Lavaşa bir güzel dizdim peyniri, sıkı sıkı sardım, çayımı yudumladım. Çıkarken de bir tane elmalı pasta attım ağzıma.
Ezan vakti yaklaşıyordu. Abdesti caminin bitişiğindeki çeşmeden almıştım. Efendim, üşümüştüm biraz ama olsun. Eski çeşmelerde tarih saklıdır. Tarihin o necip, latif suyuyla yıkadım azalarımı. Bu çeşmeyi seviyordum. Bir de İnşirah Sahaf’ın dibindeki Yazıcı çeşmesini.
İstanbul birçok padişahın yaptırdığı şatafatlı çeşmeleriyle meşhurdur. Çoğunu gezdim, gördüm ama suyu akan bir çeşme göremedim. Suyu akmayınca neye yarar o şatafat? Erzurum’un çeşmeleri gürül gürül akıyordu. Evliya Çelebi’nin boyun kalınlığında olmasa da!
Tarihin öz suyuyla temizlendikten sonra ezanla camiye girdim. Öğlen namazını kıldık huşuyla. İmamın tilavetini dinledik. Erzurum’un yaşlılarıyla musafaha ettikten sonra dışarı çıktım.
Dışarı çıktım. Burası Erzurum değil İstanbul. Artık öğrenci değilim, öğretmenim. Gözyaşım Lavaş’ta gördüğüm o kız çocuğuyla akran öğrencilerim var. O gün aklımdan geçen mısraların düşünü gerçekleştiriyorum.
Az sonra ekmek almaya gideceğim. Fırında Erzurum’un lavaşına benzer bir lavaş bulamam. Evde süpermarketten aldığımız peynir var. İstanbul’un kahvehaneleri de sobalı değil, doğalgazlı artık. Çay evinden çok, kıraathane isimli oyun salonları var. Elmalı pasta bulurum elbet ama tarihi çeşmenin suyuyla demlenmiş semaver çayına benzer bir çay bulamam efendim.
Bugün yağmurlu bir Nisan günü. Geçmişimi hatırladım, Erzurum’da bir Mayıs gününü. İnsan anılarla yaşar efendim. Anımsıyorum. Yaşıyorum öyleyse. O vakit anımsayalım efendim.